Türkiye’ye, Haziran 2015’den beri büyük bir saldırı var. Ülkenin doğusu ve batısı bombalarla sarsılıyor. Diyarbakır, Suruç, Ankara, İstanbul ve son olarak yine Ankara’da patlatılan bombalar, çok sayıda insanımızı yaşamdan koparıyor ve toplumda bir kuşatılmışlık hissiyatını güçlendiriyor.
Kayıplar çok fazla. Saldırıların yaydığı negatif etki büyük. Böyle bir ortamda hisler ve heyecan akla galebe çalabilir. Buna fırsat vermeden mesele serinkanlılıkla ele alınmalı, bazı temel sorulara cevap aranmalı. Evvela saldırıların artmasının ve giderek daha fazla boyut kazanmasının nedeninin ne olduğu üzerinde durulmalı.
İki neden var: Biri, Ortadoğu’daki karmaşadır. Bugün Türkiye’nin iki tarafında bilinen anlamıyla bir devlet yok. Irak’ta da, Suriye’de de iktidar dağılmış durumda. Farklı bölgelerde farklı gruplar idareyi ellerinde tutuyorlar. Her iki ülkede de merkezin hükmetme, yönetme ve denetleme gücü ortadan kalktı.
Kaotik bir durum var; bu ülkeler ne topraklarında güvenliği sağlayabiliyorlar, ne de kendi sınırlarını da kontrol edebiliyorlar. Sınırlar kevgire dönmüş, gireni-çıkanı belirlemek mümkün değil. Bu durum, Türkiye’nin üzerine çok büyük bir yük bindiriyor. Türkiye sahadaki her yapıyı gözetleyemiyor. İşler sarpa sardıkça denetim dışı unsurlar artıyor ve sonuçta Türkiye saldırılara daha açık bir ülke haline geliyor.
Kurtuluş Kapısı
Diğeri ise, Suriye’deki iç savaştır. Hiçbir değerin gözetilmediği acımasız bir savaş var kapımızda. Her savaşta olduğu gibi en büyük bedeli de masumlar ödüyor. Milyonlarca insan canını ve namusunu kurtarmak için yollara düştü, düşüyor. Tarihin en büyük göç dalgalarından biriyle karşı karşıya kalan Ankara’nın iki seçeneği vardı: Ya sınırlarını sıkıca kapatacak, ya da evini herkese açacaktı.
İlki insanları ölüme terk etmek olurdu. Türkiye ikinci yolu seçti. “Açık Kapı” politikası uyguladı ve ateşten kaçan milyonlara ev sahipliği yaptı. Doğru olan da buydu. Zira Batı’nın göçmenlere yönelik gayri ahlaki bir duruş sergilediği bir dönemde, zorda kalmışların tek kurtuluş kapısı Türkiye’ydi. Türkiye’nin onlara sahip çıkması her türlü takdirin üzerindedir; dolayısıyla bu politikaya insani ve ahlaki bakımdan ancak destek verilebilir.
Ancak bu doğru politika kaçınılmaz olarak birtakım riskleri de barındırıyordu. Sınırdan içeri giren herkesin sağlıklı bir kimlik denetimi yapılamazdı. Masumlar ile suçluları, yaşama tutunmak için gelenler ile eylem yapmayı amaçlayan örgüt mensuplarını birbirinden tefrik etmenin imkânı yoktu. Dolayısıyla çok sayıda saldırgan da göç edenlerin arasına karışarak Türkiye’ye girdi. Nitekim son bombalı saldırının, IŞİD’in Kobani’ye saldırmasından sonra Türkiye’ye sığınan Salih Neccar tarafından gerçekleştirildiği belirtiliyor. (Hürriyet, 19.02.2016)
Olağan Şüpheliler
Aydınlatılması gereken bir diğer sual, saldırının kimin işi olduğudur. Resmi parmaklar hemen PKK ve PYD’ye yöneldi. Olağan şüpheli konumundaki PKK ve PYD’den ise kafa karıştırıcı sinyaller geldi. Salih Müslim kesin bir dille YPG’nin saldırı ile bağlantısının olmadığını açıkladı. Fakat Cemil Bayık “Kimler yapmıştır bilemiyoruz ama Kürt gençleri de Kürt halkına yapılan bu saldırılara misilleme yapmış olabilirler” diyerek şüpheleri büyüttü. Hükümet ise saldırıdan doğrudan YPG’yi sorumlu tutuyor.
Ortadoğu’da kimin elinin kimin cebinde olduğunu bilmek zor. Coğrafyanın bütününde muazzam bir muğlâklık var. Dostluklar da geçici, düşmanlıklar da. Hatta konuya bağlı olarak aktörler aynı anda bir konuda düşman, bir başka konuda ise dost olabiliyorlar.
Bu itibarla fail hakkında da dikkatli olunmalı. Görünenin ötesinde bir fail portresi veya failler konsorsiyumu ile karşılaşma ihtimali göz ardı edilmemeli. Failin kimliğine dair aceleci kararlardan ve bu kararlara dayanan politikalardan imtina edilmeli. Aklıselim ve sabırla hareket edilmeli. Konuya devam edeceğim.
Yeni Yüzyıl, 20.02.2016
http://www.gazeteyeniyuzyil.com/makale/akliselim-ve-sabir-1379