Bu yazı Bugün Gazetesi’nde yayınlanmıştır.
Gezi olaylarının değişik aşamaları ve farklı boyutları üzerine çok sayıda yazı yazdım.
Araya giren iki haftalık izin sürecinde altı çizilmesi gereken en temel noktayı, Gezi işgalcilerinin meşruiyetlerini ve masumiyetlerini kaybettiği nokta olarak görüyorum.
Olayların gelişimini hepimiz biliyoruz. Başlangıçta, yaşadıkları şehirle ilgili fikirlerini ve tercihlerini demokratik yöntemler içinde kalarak ortaya koyan, başka şekilde ifade edersek,“ben yaptım oldu” anlayışının karşısına katılımcı demokrasi talebiyle çıkan gençlere hepimiz sempatiyle yaklaştık. Onlara yönelik polis saldırılarına hep birlikte karşı çıktık. Hemen birkaç gün içinde, Gezi Parkı işgalini fırsat bilerek, eylemi ele geçirmeye ve (mümkünse) bir genel ayaklanmaya çevirerek hükümeti “yönetemez” hale getirmeye çalışan grupların varlığı ve hatta direnişe damgalarını basmaları bile, direnişin ilk sahiplerini anlamamızı ve hak vermemizi engellemedi. O dönemde, ağzını açan hemen herkes birinci grubu ikincilerden ayırmaya ve onların eylemlerinin meşruiyetini kabul etmeye özen gösterdi.
Nihayetinde, herkesin başına gelebilirdi bu… Demokratik protesto hareketlerine şiddet bulaştırma, hatta o hareketin kontrolünü ele geçirip farklı amaçlara doğru yönlendirme girişimleri her zaman olabilirdi. Böyle bir tehlikenin varlığı, insanları tepkilerini ortaya koymaktan alıkoyacak olsa, hiç kimsenin yerinden kıpırdamaması, muhalif gösteri yapmaya kalkışmaması gerekirdi.
Elbette, insanlar giriştikleri eylemin siyasi sonuçlarını dikkate almalı, eylemin hedefinden saptırılmaması için uyanık olmalıydı. Ama buna rağmen sızmalar ve manipülasyon engellenemeyebilirdi ve ortaya çıkan sonuçlardan ilk harekete geçenlerin sorumlu oldukları da iddia edilemezdi.
Hiçbir sebepleri kalmamıştı
Bir başka deyişle, Gezi işgalcileri, meşruiyetlerini, aralarına karışan şiddet yanlısı gruplar yüzünden kaybetmediler.
Peki ne zaman kaybettiler?
Hükümetin projeyi durdurma ve plebisit sözü verdiği noktada, işgale son verip Gezi’yi boşaltmadıkları zaman kaybettiler…
Çünkü o noktada, eyleme devam etmek için artık hiçbir sebepleri kalmamıştı. Yalnızca Topçu Kışlası’nın oldubittiye getirilmesi tehlikesi ortadan kalktığı için değil. Daha da önemlisi, asıl eleştiri konusu olan “Şehir için en iyisini ben bilirim” tutumundan geri adım atıldığı, iktidarın dizginlenmesi başarıldığı için…
Plebisit kararı, böyle bir vakada alınabilecek tek doğru karardı. Anlaşmazlık konusu ne olursa olsun, sokaklara çıkan beş-on bin kişinin talebi “halkın talebi” gibi okunamayacağına göre, hükümetin o noktada “Topçu Kışlası’nı yapmaktan vazgeçiyorum” demesi düşünülemezdi; bu zaten demokratik de olmazdı. Dolayısıyla iktidarın atabileceği en ileri adım, kararı sandığa bırakmak olabilirdi ve o da onu yaptı.
Ne var ki Gezi işgalcileri referanduma karşı çıktılar. Kâh “plebisitin dikta rejimlerinin aracı”olduğunu iddia ederek; kâh pozitivist bir söylemle “böyle meselelerin bilimsel olarak ele alınması gerektiğini” söyleyerek, totaliter bir söylem içine girdiler. Demokrasi anlayışı bakımından iktidarın çok daha gerisine düştüler. Bu tutumları onların tipik bir azınlık dayatması içinde olduklarını, kendilerini kalabalık halk yığınlarından daha üstün gördüklerini ortaya koydu.
Tabii bir şeyi daha: Samimi olmadıklarını… Temel motivasyonlarının birkaç ağaç ya da Topçu Kışlası değil; iktidara karşı duydukları güçlü husumet olduğunu, zaten ayaklanma provası yapanlarla böyle önemli bir ortak paydaları olduğu için de aralarına bir türlü sınır çekmediklerini…
İşte bu noktadan itibaren, Gezi işgalcileri masumiyetlerini kaybettiler. Kendilerine karşı zor kullanılmasını isteyen, polisi üstlerine çekmeye gayret eden, kaostan medet uman diğer kalabalıktan farkları kalmadı.
Anlatacak bir hikâye
Önümüzdeki günlerde, “üç-beş ağaç” için başlatılan bu olayın arka planı elbette deşifre edilecek; iç ve dış bağlantılar ortaya çıkacak; oyunun çapını ve aktörlerini daha net bir biçimde öğreneceğiz.
Elbette farklı farklı tarihleri yazılacak bu olayın.
Gezinin “iyi çocukları” 2013 Taksim olayları etrafında bir kült yaratacak, o günleri Türkiye’de siyasi ve toplumsal hayatın miladı olarak anlatacak; yarattıkları efsaneyi her gün biraz daha süsleyerek tanınmaz hale getirecekler. Ve böylece onların da nihayet -tıpkı 68 gençliği gibi- çocuklarına anlatacak bir hikâyeleri olacak…
Öte yandan başka tarih yazıcılar da bugünler için, “Türkiye’de laik kesimin giriştiği ilk ordusuz darbe yapma teşebbüsü” olarak not düşecekler tarihe. “Ve sonuç başarısız oldu”diye noktalayacaklar.
Ne yazık ki, çevre düşkünü-anti otoriter gençler için bir paragraf bile yer almaması ihtimali çok büyük bu tarih içinde…