Gayet eğitimli, “yurtdışı görmüş” bir arkadaşımızdı.
Bir gün sohbet ederken “Atatürk olmasaydı anamızı babamızı bilmezdik” deyivermişti.
Şaka zannedip gülmüştüm ama şaka yapmıyordu.
Bir kez daha anlamıştım, kreşten itibaren aldığımız ve sonra küçümseyip aştığımızı düşündüğümüz ideolojik eğitimi herkesin kolay aşamadığını…
Bazılarının “inkılap tarihi” adlı, ders süsü verilmiş beyin yıkama seanslarında anlatılanlara inandığını…
İdeoloji aşılamanın aslında çok etkili olduğunu ve kalıcı hasarlar bıraktığını.
**
Türkiye’de eğitimin çok başarısız olduğu söylenir.
Eğer eğitim, bireyin kendi potansiyelini gerçekleştirmesini ve bu amaçla ona kazandırılanları ifade ediyorsa, gerçekten başarısız. Hatta olan potansiyelini de öldürüyor bireyin.
Ama Kemalizm’in resmi ön kabullerini belletmekse amaç, işte bunda çok başarılı.
Elbette birey, hayatının ileriki dönemlerinde, kolay kolay kendi siyasi kimliğini bu sığ bürokrat ideolojisiyle tanımlamıyor.
Ama onun öncüllerini bir ölçüde benimsemiş, dost ve düşman kalıplarını içselleştirmiş, farklılığı tehdit gibi görmeyi benimsemiş oluyor. Kendisini liberal, sosyalist, sosyal demokrat, muhafazakar olarak tanımlasa da, hatta İslami görüşten veya Kürt kimliği belirgin biri olsa da, çocukluk yıllarında belletilen resmi ideolojiye bir yerinden yakalanıyor; onun devletçilik, milliyetçilik ve laikliğini kendi ideolojisinin kalıplarını kullanarak yeniden üretiyor.
**
“Atatürk olmasaydı” resmi ideolojinin bütün muhaliflerine karşı kullanılan bir kalıp (Tabii Rumlar ve Ermeniler hariç; çünkü onlara “adın Yorgo olurdu” demenin ikna ediciliği yok.)
CHP milletvekili Şafak Pavey de, tıpkı siyah öğrencinin okula girmesine engel olamayan beyazın çaresizliğini ve nezakete bulanmış öfkesini andıracak biçimde yaptığı konuşmada, Atatürk’e borçlu olduklarını söyleyerek, başörtülü kadınları minnet altında bırakmaya yeltenmişti.
Elbette saçma sapan bir başa kakma çabası bu ve tersini Kemalistlere söylemek de aynı ölçüde mümkün. Nitekim bir okuyucunun Pavey’e “o başörtülü genç kızın dedesi inançları için savaşmamış olsaydı, sen de bugün orada olmazdın” gibi bir cevap verdiğini hatırlıyorum.
**
“Atatürk olmasaydı” demenin, sadece ideolojik sığlıkla değil, geçmişte yaşananları izah edememenin çaresizliğiyle ilgili bir boyutu var.
Şöyle ki:
Türkiye’de, kolektif olarak verilmiş bir mücadelenin hemen ardından bir zümrenin ayrıcalıklarına dayalı bir düzen kuruldu. Orta ve alt sınıflar, dindar kesimler, Kürtler, azınlıklar ve diğerleri kenara itildi.
“Kurtuluş Savaşı” sürecinde Kürtler Türkleştirileceklerinden, dindar Müslüman kitleler “laikleştirileceklerinden” veya Aleviler asimile edileceklerinden habersizdi.
Sonrası malum.
Ortada derin bir hayal kırıklığı ve aldatılmışlık duygusu vardı.
Resmi ideolojin savunucularının çoğu, bugün “şeriatçıları” takiye yapmakla suçlarken aslında “yansıtma” yaptıklarının ve bu konuda birilerini suçlayacak en son kesimin kendileri olduğunun pekala farkındalar.
Kimliğini, dilini, dergahını kaybetmiş, okulu, şeyhi, dedesi yasaklanmış insanlara “bakın, Atatürk sayesinde daha geniş haklara kavuştunuz” da diyemiyorlar.
Sonraki dönemde, yüzlerine tutamak ettikleri kadınlara oy hakkı gibi bazı ilerlemelerin de toplumun geniş kesimlerinin yaşadığı bariz hak ve özgürlük kaybını örtemeyeceğinin farkındalar.
Savundukları ideolojinin temelinde, dokunulmaz devredilmez haklara veya Gandi’ninki gibi üstün ahlaki ilkelere ilişkin metinler olmadığı için onlara da atıfta bulunamıyorlar.
Geriye bu naif “argüman” kalıyor ve onlar da ona sarılıyor işte.
Bu yazı Star Gazetesi‘nde yayınlanmıştır.