Geçiş çağına ait tüm belirtilerin kendisini görünür kıldığı bir zamanda yaşıyoruz. Edebiyattan sanata, eğitimden siyasete, neredeyse tüm alanlarda değişim ve dönüşümün öne çıktığı; lakin istikâmetinin belirsizliği ile geleceğe dönük beklentilerin kaygıyı ve endişeyi yüklendiği bir araftayız sanki.
İmralı görüşmelerinin başladığı haberinin ardından, bilinmeyen ellerin silahlarından çıkan kurşunlar, geride üç cenaze ve çok bilinmeyenli büyük bir denklemin içindeyken bile, ortak bir çağrı herkesin dilinde: Umudu koruyalım. Umudun ve kaygının birbirlerini eş zamanlı perdelediği bir kertede ülke olarak umudu kuşanmak istiyoruz.
Modern siyasetin sınırları ve kriz
Modern kesinliğin, öngörülerinin tam aksi sonuçları insanların önüne çıkarması, kesinlik duygusunun zayıflamasıyla birlikte tüm dünyayı bitişin ve başlangıcın flu bir kavşak noktasında şimdilik zorunlu bir iskâna zorluyor. Parametreler, geçmişin aşınmış sütunları gibi yanı başımızda, eski kabullerin yeni şartlara tercüme çabaları içerisinde beliriyor. Bu ise sadece krizi derinleştiriyor.
Modernitenin krizi, savrulmaları ve kırılmaları sürekli hâle getiriyor. Öte yandan nostalji, bugüne dair rezervi olanları şimdilik tatmin ederken, bugünü kuşatmaya ve kavramaya yetmiyor. Kriz eğitimde, sanatta, siyasette; hâsılı kendisinden neş’et eden tüm kurumları ile modernitenin tam kalbinde. Post- ön ekinin bugün için neredeyse eklemlenmediği hiçbir kavram kalmadı. Yalnızca bu bile yaşanan değişim ve dönüşümlerin belirsiz ve kararsız doğası ile birlikte, başkalığını vurgulamaya yetiyor.
Ulus-devlet modernitenin temel bir aktörüydü. İdeolojiler modern siyasetin içinde bir inanç ve düşünce ufku sunabilmelerinin yanında, bu temel aktörün sınırlarında, politik rekabetin dinamizmini sağlıyordu. İdeolojilerin dünyayı açıklayabilme kapasitelerinin düşüşü, öte yandan farklı aidiyet ve bağlılıklar ile yeni duyarlılık alanlarının yahut modernitenin ‘demir kafesinde’ baskı altında tutulanların modern siyasetin olağandışı unsurları olarak siyasal alanın içine nüfuz etmeleri, siyasetin tanım ve sınırlarının yeterliliği sorunu ile birlikte siyasetin krizini de derinleştirdi.
Modern siyaset, homojenleştirmeye ayarlı kavrayışı ve sunduğu sınırlı demokrasi imkânı ile vaat ettiğinin çok altında bir alanı halka sunarken; farklılık/ötekilik bahsinde ise sınıfta kaldı. Walter Benjamin, faşizmin modern siyasetin bir istisnası değil kuralı olduğunu, soykırımın aslında modern siyasetin tam kalbinde yer aldığını söylemişti. Auschwitz, Srebrenitsa, Gazze ve niceleriyle kendisini sürekli haklı çıkaran acı bir saptamaydı bu. Avrupa’da İslamofobyanın yükselişi, 11 Eylül sonrası yaşananlar, parlamenter rejimlerin gerçek bir öteki ile yüzleşmelerinin onları nasıl bir anda faşizmin sınırlarına doğru çektiğini gösterdi. Benjamin modern siyasette olağan bir hâl olan faşizmi aşmanın bir yolu olarak sürekli olağanüstü hâl çıkarmayı öneriyordu. Savaşın olağan hâle geldiği, çatışma ve ayrışmanın rutinleştiği bir noktada barışı istemek; günümüz dünyasında olağanüstü bir hâle herkesi çağırmakla eşdeğer bir noktada görünüyor.
Yeni bir başlangıç için barış
Duvarların ve sınırların, önyargıların ve dayatmaların, zora dayalı güç gösterileri üzerinden rızanın sorunsuzca üretilebileceğine duyulan inancın, tanımama ısrarının, hakikati tek bir kişinin ya da grubun tekeline alma çabalarının sürdürülebilirliği; kan ve gözyaşını yedeğine almadan ve hep ‘başkalarına rağmen’ gerçekleştirme koşulunu oluşturmadan bugüne kadar mümkün olmadı. Modern dönemde yükselen bir dalganın üzerinde seyreden bu tür anlayış ve yaklaşımlar, şimdi tam bir tersine çevrilmeyle dalganın altında kalmakla yüz yüzeler. Kategoriler, şablonlar kifayetsiz kalmakta; parantezler, içindekileri taşıma kapasitesinden yoksun, dışa doğru taşmakta/infilak etmektedir.
‘Ulus’, ‘birey’, ‘demokrasi’, ‘Türk’, ‘, ‘Kürt’ vs. artık kelimeler, devraldığımız anlamlarıyla birlikte kendilerini üretemiyorlar. Kelimeleri, önceden kazandıkları anlamlarına ya da size verildiklerinde taşıdıkları anlamlarına demirleyemezsiniz. En başta dil buna direnir. Hayatın akışı ve kendisi buna itiraz eder. “Yeni şeyler söylemek” kendisini hiç bu kadar yakıcı bir biçimde hissettirmemişti.
Bugün baktığımızda, toplumların değişim ve dönüşüm hızları birçok anlayışın muhafazasını, tercih edilen siyasal pozisyonların sürdürülme çabasını zorlayacak bir nitelikte. Siyasi, sosyal, iktisadi ve kültürel örüntülerin toplamının ağırlığı ile oluşan zihniyetler ve kavrama, anlama, yorumlama biçimleri, zamanın akışkan doğasının zoruyla belli bir hesaplaşma sürecini hem dışarıdan hem de içeriden yaşamaktalar.
Bugün, acıları birbirleriyle yarıştırmak değil herkesin acısı olduğu bilinciyle bir eşdeğerlilik zinciri içerisinde, hiçbirisini ikincil bir pozisyona itmeden itinayla yan yana koyabilmek önemli hâle geliyor. Bunu gerçekleştirmeye talip hangi siyasal hareket olursa olsun kendisi dışındakileri, kendisi kılmadan kendi yanında bulacaktır. Yeni siyaset ya da siyasetin yeni yönelimi bu noktayı belirgin hâle getiriyor.
Böylesi bir vasatta Türkiye, en yakıcı sorunu için barışın imkânını arıyor. Coğrafya kaderdir, diyordu Ahmet Hamdi Tanpınar. Kaderlerinde ortak olan insanlar şimdi bunun gereğini arıyorlar. Bu arayışın kendisi başlı başına son derece anlamlıdır. Lakin dilek ve temenni ya da içselleştirilmemiş bir çaba olarak kalmamalı.
Bu noktadan ilerleyebilmek için belki de adımlardan çok daha fazlasına ihtiyacımız var. Aradığımız belki de sıçrama; inançta, düşüncede, siyasette ve yaşamın içinde her yerde. Olmak fiilini ciddiye alarak barışın kuvveden fiile geçmesinin imkânlarını sahici kılmak gerekiyor. Barış, stratejik bir değerlendirmenin olası sonucuna indirgenmeyecek kadar önemli görüldüğünde gerçekleştirilebilirliği kuvvetli bir hâle dönüşecek. Savaşın, gözyaşının, çatışmanın olağan hâle geldiği bir dünyada; olağanüstü bir hâle, barışa ihtiyacımız var.
Taraf, 21.01.2013