Ak Parti hükümetleri, hiç kuşkusuz, 2000’li yıllarda Türkiye’nin yaşadığı hızlı değişim ve dönüşümün en önemli taşıyıcısı olmuştur. 1980’li yıllarda merhum Özal’ın attığı temeller, Anadolu’da yükselen orta sınıflar, dünyayı tanıyan “okumuş çocuklar”ın devreye girmesi gibi iç dinamiklerin yanı sıra, soğuk savaşın bitmesi, duvarların yıkılması ve küreselleşme gibi dış dinamiklerin de yardımıyla Ak Parti hükümetleri iktidarlarının erken döneminde çok önemli icraatlara imza atmışlardır. 2001 krizinden sonraki hızlı ekonomik toparlanma, AB’ye uyum yolunda yapılan reformlar, demokratikleşme ve sivilleşme yolunda atılan adımlar Ak Partinin reformcu bir kimliğe sahip olduğu dönemin icraatlarıdır. Bu icraatlardan dolayı sayın Başbakan ve ekibini takdir etmek gerekir.
Ancak son zamanlarda hükümet giderek reformcu kimliğinden uzaklaşan, statükocu, devletçi-milliyetçi bir çizgiye kayan bir profil çizmektedir. 12 Eylül 2010 referandumu ve 2011 Haziran seçimlerinden sonra, biz reformların daha da hızlanmasını, demokratik açılımın tamamına erdirilmesini beklerken tam tersi olmakta, giderek hükümetin pusulasının şaştığını düşündürten gelişmeler yaşanmaktadır. Son iki yılda, bu satırların yazarına göre, hükümetin yanlış yaptığı başlıca icraatlar arasında şunları sıralamak mümkündür: Kürt açılımında geri adım, Alevi açılımında geri adım, Ermeni açılımında geri adım, AB reformlarının tavsatılması, Uludere faciasıyla yüzleşilmemesi, şikecileri kurtarmaya dönük adımlar, İşkenceci polisin emniyet müdür yardımcısı yapılması, Cemaate kızıp sivilleşmeden vazgeçer adımlar atılması. Her birinin burada ayrıntılarıyla tartışılması mümkün değildir. Satırbaşları halinde vurgulamak gerekirse, şunları söylemek mümkündür.
– Habur’dan sonra Kürt açılımının askıya alınması büyük hatadır. Kürt sorunu bu ülkenin en büyük, en can alıcı, en kangrenleşmiş sorunudur. Ergenekoncu, ulusalcı, ırkçı, Kürtçü, PKK’cı, veya derin devletçi birileri karşı çıksa da, süreci sürekli sabote etmeye çalışanlar çok olsa da, demokratik açılım bütün hızıyla devam etmeli, Kürt sorunu barışçı yollardan çözülmelidir. “Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır” söylemi ne yazık ki gerçeği yansıtmamaktadır; terör sorunu Kürt sorununun doğurduğu bir sonuçtur. Irak ve Suriye’deki gelişmeler ortadadır. Türkiye kendi Kürt vatandaşlarını memnun edemezse, onların rahat soluk alacakları bir ortamı yaratamazsa, yarın öbürgün oralara göç veya daha kötüsü oralarla birleşme talepleri gündeme gelebilir. Ayrıca kendi Kürtleriyle kavgalı bir Türkiye’nin Filistin başta olmak üzere başka mazlumların haklarını savunması çok güçleşmektedir.
– Alevi açılımının yarıda bırakılması hatadır. Türkiye nüfusunun büyük çoğunluğunu Sünni Müslümanlar oluştursa da, bu ülkede bir Alevi gerçeği vardır. Aleviliğin din mi, mezhep mi, kültür mü, İslam içi mi, dışı mı olduğunu tanımlama sevdasından vazgeçilmeli, Alevi vatandaşların dinlerini istedikleri gibi yaşamalarına imkân sağlanmalı, bu anlamda Alevi açılımı tamamına erdirilmelidir.
– Bir ara iki ülke arasında barış ve işbirliği protokolü imzalama aşamasına getirilmiş, sonra Azerbaycan’ın tepkisinden çekinilerek askıya alınmış olan Ermeni açılımı tamamına erdirilmeli; iktidarlarını gerginliğe ve çatışmaya borçlu olanların iktidar hesaplarına alet olunmamalıdır. Türkiye İttihatçıların işlediği günahların kıyamete kadar diyetini ödemek zorunda değildir. Sınır kapısının açılması, ticaretin serbestleştirilmesi, iki ülke insanının birbirinden ekmek yemeye başlaması sorunun çözümü yolunda büyük bir adım olacaktır.
– Şikecileri kurtarmaya dönük yasal düzenlemeler ve “beş yıl Avrupa’ya gitmesek ne olur” söylemi son derece yanlıştır; şikeye bulaşan bütün takımlar -aynen Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, UEFA mevzuatının gereği- küme düşürülmeli, futbol sektörümüz kara para aklama, darbe finansörlüğü ve mafyacılık gibi şaibelerden kurtarılmalıdır.
– Uludere faciası konusunda açık ve dürüst bir yüzleşme yerine “şunu verdik daha ne istiyorlar” şeklindeki söylem çok nahoş, yanlış bir söylemdir: bir an önce sorumlular (kim olursa olsun) bulunmalı ve cezalandırılmalıdır, açıkça özür dilemekten de çekinilmemelidir. Terör örgütünün ekmeğine yağ süren şey sorunla yüzleşmek değil, asıl bu “daha ne istiyorsunuz” söylemidir.
– MİT krizinde tezahür ettiği gibi, cemaatten görünen birileri devlet içinde kendilerine iktidar alanı yaratmak ve oradan hükümete salvo çekmek istemiş olabilirler. Ancak buna bakarak topyekün tasfiyeye girişmek ya da Ergenekon, Balyoz, 12 Eylül ve 28 Şubat davalarını akim bırakacak düzenlemeler yapmak “pireye kızıp yorgan yakmak”tır. Bu davaların bir an önce sonuçlandırılması için gereken siyasi destek sonuna kadar verilmelidir. Kurunun yanında yaşların da yakılması adil değildir.
– Türkiye’nin aynı badirelere tekrar düşmemesi için darbeyi bir “vatan kurtarma eylemi” gibi gören zihniyeti kurutacak, askeri vesayeti sona erdirecek kurumsal önlemler mutlaka alınmalıdır. Bu kapsamda Genelkurmay Başkanlığı Savunma Bakanlığına bağlanmalı; İç Hizmet Kanununun 35. maddesi iptal edilmeli; askeri yargı lağvedilmeli; Jandarma “kır polisi”ne dönüştürülüp İçişleri Bakanlığı’na bağlanmalı; OYAK özelleştirilmeli; savunma harcamalarının şeffaf sivil denetimi sağlanmalı; askeri okulların müfredatı tepeden tırnağa sivil ve özgürlükçü bir anlayışla gözden geçirilmelidir. Vesayetçi zihniyetin beslendiği kaynakları kurutacak ve darbe girişimini pahalı hale getirecek kurumsal tedbirler alınmadığı takdirde, bugün gerilemiş görünen vesayet düzeni ilk fırsatta tekrar iktidarı ele geçirmek isteyecektir.
– Hrant Dink cinayetinde ihmali olan kamu görevlilerinin gereken cezaları almamış olmasının yarası kapanmadan bu kez işkenceciliği AİHM kararlarıyla tescillenmiş bir polisin emniyet müdür yardımcılığına getirilmesi anlaşılması ve tasvip edilmesi mümkün olmayan bir karardır. Hükümetten beklenen askeri, sivil ve güvenlik bürokrasisinin bu tür sicili kirli şahıslardan arındırılmasıdır.
– AB’ye sonunda tam üyelik olsa da olmasa da, sürecin kendisi Türkiye’nin kendisine çeki düzen vermesi açısından çok önemlidir; dolayısıyla ev ödevleri ciddiye alınmalı, üyeliğin gerektirdiği reformlara devam edilmelidir. Hükümetin Türkiye’yi hızla dönüştürdüğü dönemde reformlara AB ve dış dünyanın verdiği desteğin anahtar önemi unutulmamalıdır.
– Bütün bunları kapsayan bir temel reform olarak, sivil Anayasa meselesi asla sürüncemede bırakılmamalı, yıl sonuna kadar (bir başka bahara veya seçime bırakmadan) mutlaka süreç tamamına erdirilmeli, Türkiye artık darbe anayasasından kurtarılmalıdır.
Özgürlükçü ve reformcu bir çizgi tutturduğu zaman Türkiye’nin demokratikleşmesine, sivilleşmesine, özgürleşmesine ve zenginleşmesine ne büyük katkılar yapabileceğini göstermiş bir hükümetin, giderek pusulasının şaşması ve çoğulculuğu hazmedemeyen, topluma kendi doğruları istikametinde şekil vermeye çalışan, otoriter-milliyetçi bir çizgiye yönelmesi gerçekten üzücüdür. Türkiye’nin ihtiyacı olan reformcu, değişimci, özgürlükçü, demokrat, sivil bir yönetimdir. Ülkenin asırlık kamburlarından kurtarılması ve Türkiye insanının rahatlatılması hem bugünkü kuşakların huzuru, hem ülkemizin geleceği açısından elzemdir. Böylesi önemli bir hizmet ve sorumluluk cumhurbaşkanlığı, başkanlık veya başka siyasi hesaplara kurban edilmemelidir. İttihat ve Terakkicilerin sırtımıza sardığı kamburlardan kurtulmak için sayın Başbakan ve ekibinin elinde altın bir fırsat vardır. Son 100 yıldır Allah kimseye vermediği bir fırsatı kendilerine bahşetmiştir; bu fırsatı tepmenin vebali çok büyüktür; reformlarda frene basma zamanı değil, gaza basma zamanıdır. Şaşmış bir pusulanın Ak Partiye de, hükümete de, ülkeye de bir faydası yoktur; pusulayı düzeltip yola öyle devam etmekte yarar vardır.