Anayasa Mahkemesi, CHP’nin 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nda 7527 sayılı kanunla yapılan bazı değişikliklerin iptali talebini oy çokluğuyla reddetti. Bu gelişme köpekperestlerin beklentilerini boşa düşürdü, umutlarını kırdı. Sahipsiz, serseri sokak köpeklerinin toplanması ve sokaklardan uzaklaştırılması sürecini biraz olsun hızlandırdı.
Bu konuda bir dizi yazı kaleme aldım. Neden sahipsiz köpeklere müsaade edilmemesi gerektiğini anlatmaya çalıştım. Ahlâkî, felsefî argümanlar ortaya koydum. Görüşlerime köpekperestler tarafından aynı şekilde karşı argümanlarla cevap verilmesini umdum ve bekledim. Maalesef, umudum ve beklentim boşa çıktı. Cevap yerine küfürler ve karalamalarla karşılaştım. Hayvan düşmanı olmakla suçlandım. Ne var ki hemen hemen hiçbir argümanım çürütülecek şekilde cevaplanmadı, cevaplanamadı.
Evcil hayvanlara hayvan hakları değil ama refah sağlamaya çalışmak iyi ve olması gereken bir şey. Ama bu sahipsiz köpeklerin varlığını meşrulaştırmaz ve sokaklarda insanlara zarar vererek serbestçe dolaşmalarını haklı kılmaz. Bunun sebep olduğu sıkıntılara dikkat çekmek ve problemin çözülmesini istemek de köpek veya hayvan düşmanlığı yapmak anlamına gelmez. Tam da tersine, köpeklerin gerçekten iyiliğini düşünenlerin bütün köpeklerin sahiplerinin olmasını istemesi gerekir. Sahipsiz, serseri serseri sokaklarda gezinen, soğuktan, sıcaktan, kardan ve yağmurdan menfi etkilenen, ne zaman ve nasıl besleneceği belli olmayan, düzenli beslenme imkânından mahrum, hastalıklara yakalanan ve zarar gören hayvanlar mı yoksa sahibi olan, beslenmeleri, barınmaları ve diğer ihtiyaçları sahipleri tarafından karşılanan hayvanlar mı daha mutlu? Köpek düşmanı değilim, buna karşılık, insanları değil köpekleri öncelemenin, serseri köpeklerin insanlara verdiği zararları görmemenin veya önemsememenin insan düşmanlığı yapmak anlamına gelip gelmediği haklı olarak tartışılabilir.
Engin YıIdırım’ın Duruşu
AYM üyelerinden -aynı zamanda arkadaşım olan- Prof. Dr. Engin Yıldırım AYM’nin iptal talebinin reddi kararına genel olarak muhalif kaldı. Kararının gerekçelerinde de ahlâkî, felsefî ve hukukî argümantasyonlar kullanmaya çalışmış. Bu beni çok sevindirdi. Nihayet muhatap alabileceğim bir duruşun ve seviyenin ortaya çıkması ihtimaline çok memnun oldum. Yıldırım’ı çabası için tebrik ederim. Ne var ki, Yıldırım’ın itirazları da gerekçeleri de çoğu durumda geçersiz ve benim görüşlerime cevap teşkil etmekten hayli uzak. Bu tartışmayı akademik bir makalede daha ayrıntılı bir şekilde ayrıca yapmayı düşünüyorum. Ancak, şimdilik, kısaca, Yıldırım’ın itirazları ve gerekçeleri üzerinde durayım.
Yıldırım gerekçelerinde hayvan refahı ve hayvan hakları kavramlarını gündeme getiriyor. Kendisinin bakışı daha ziyade hayvan hakları kavramı açısından. Yıldırım genel olarak hayvan hakları kavramından ve fiilî ve muhtemel anlamlarından bahsediyor; AYM kararına muhalefetini bu kavram üzerinden şekillendiriyor ve savunuyor. Bunun takdire şayan ama eksik ve yetersiz bir yaklaşım olduğunu söylemek zorundayım. Hayvan hakları kavramında bazı ciddi ve kavramı geçersiz hale getirebilecek problemler var.
Her şeyden önce bu tartışmada söz konusu olan bütün hayvanlar değil, daha ziyade kediler ve özellikle köpekler gibi insanlarla yaşama alışkanlığına veya kabiliyetine sahip olan yani evcil hayvanlar. Hem insanla yaşama kabiliyetine sahip -koyun, sığır, tavuk gibi- diğer evcil hayvanlar hem de bütün diğer hayvanlar görmezden geliniyor. Oysa insan hakları kavramı için böyle bir şey söz konusu değil. İnsanların aralarında bir ayrım yapılmaksızın hepsinin doğuştan temel hak ve hürriyetlere sahip olarak dünyaya geldiği kabul ediliyor. Ayrıca, Yıldırım genel olarak hayvanlar arasındaki ilişkileri de görmezden geliyor. Hak kavramını sadece insan ve hayvan ilişkisi çerçevesinde ele alıyor. Bu da hayvan haklarının varlığını tartışmaya açıyor. Hayvanlar dünyasında vahşi ve acımasız bir güç mücadelesi sürüyor ve kuvvetli olan üstün geliyor. Süs köpekleri ve kediler arasında bile bunun sonuçlarını ve yansımalarını her an her yerde görmek mümkün.
Yıldırım haklı olarak insan hakları kavramındaki gelişme ve genişlemelere atıfta bulunuyor ve hayvan hakları kavramının da bir gün insan hakları kavramı gibi tanınma ve korunma görür hale gelebileceğine işaret ediyor. Ancak, burada da vahim bir yanılgı var. İnsan hakları kavramı açılmış ve genişlemiştir fakat bu açılım ve genişlemelerin bir kısmı zaten insan hakları kavramına gömülüdür, kadın hakları ve çocuk hakları gibi. Ama iktisadi ve sosyal haklar denen kategori tartışmaya çok açıktır ve nitekim klasik insan hakları gibi bir tanınma ve korunma kazanamamıştır. Klasik haklarından biri ihlâl edilen bir kimse bunun sorumlularını tespit edebilir ve konuyu yargıya taşıyabilir. Diyelim ki evi zorla elinden alınarak özel mülkiyet hakkı ihlâl edilen biri bunu kimin yaptığını bilir ve ona karşı harekete geçebilir. Aynı şey örneğin konut edinme ve çalışma hakkı için yapılamaz. Bugüne kadar konut edinme -konut verilme- hakkım tanınmadı diye hiç kimseye dava açıldığını duymadım, duyabileceğimi de sanmam. Olsa olsa demokratik siyaset içinde bundan sorumlu veya bunu yerine getirmede başarısız olduğu düşünülen hükümetler ve şahıslar oy vermemek suretiyle cezalandırılabilir. Ama bu da klasik insan hakları ihlâllerinin cezalandırılması ile aynı anlamı taşımaz.
Yıldırım insan haklarının sahibi öznelere hukuk dilinde kişi dendiğini belirtiyor. Tüzel kişilerden örnek olarak bahsediyor. Buna destek olarak da dernek, şirket, vakıf gibi kuruluşların kişi olmamalarına rağmen hukukî tanınma ve koruma gördüklerine işaret ediyor. Bu çizgide kişi olmayan varlıkların, mesela hayvanların da hak sahibi olmaya doğru terfi edebileceğine değiniyor. Sanırım bu da eksik ve yanlış bir algılama. Dernekler, vakıflar ve şirketler bireylerin bir araya geliş biçimlerine verilen isimlerdir. Bütün bunlar birey birlikleridir. Onları bireylerden arınmış olma durumuna düşürmek manasız ve imkânsızdır. Bunlarla muhatap olmak fiiliyatta kişilerle muhatap olmaktır. Bu yüzden, hak kavramı doğru ve anlamlı biçimde yalnızca bireylere atfedilebilir.
Dünyanın Düzeni
Yıldırım’ın doğanın, çevrenin, tarihî eserlerin korunmasıyla ilgili tespitleri ve iddiaları da çok sıkıntılı. Sanki bunlar insan dışı bir dünyanın varlıklarıymış gibi bir muameleye tabi tutulmakta. Oysa bunların korunması kendi hatırları için değil insanlar için gereklidir. Gelecek nesillerin daha iyi bir hayat yaşaması, doğal kaynak sıkıntısı çekmemesi veya geçmişte yaşamış insanların hatıralarının ve eserlerinin korunması için yapılmaları gereklidir. Başka bir deyişle bunlar insanî dünyanın dışında değillerdir ve bir anlam ve değer taşımaları da insan ile ilişkileri çerçevesinde mümkündür. Zaten insansız bir dünya bugünkü gibi bir dünya da olmayacaktır.
Yıldırım’da yansıyan bir başka şey, dünyaya insan merkezli bakıştan duyulan rahatsızlıktır. Ona göre tabiatta bir denge vardır, köpekler de insan gibi bu dengenin unsurlarından biridir. İnsan bu dengeyi korumaya çalışmalıdır. İyi de, hayvanlar da tabiata zarar verebilmektedir. İnsan kendisinin var olmadığı bir dünyayı koruyamaz. Anayasal düzen de hayvanların değil insanların bir ürünüdür. İnsanlar aynı zamanda çalışır ve üretirler. Bu da hayvanlarla insanlar arasındaki hayatî bir farktır. Hayvanlar bildik bileli aynı şekilde yaşamaktadır. Yaşayış biçimlerinin değişeceğine dair bir işaret de yoktur.
Dil, ahlâk gibi kurumlar da insan içindir ve insan tarafından var edilmiştir. Uygarlığı kuran ve yaşatan insanlardır. Hukuk kodları da insanların ürünüdür. İnsan aynı zamanda yegâne akıl sahibi canlıdır. Bütün bunlar insanın tüm canlılardan daha önce ve daha önde geldiğini kanıtlar. Bu çerçevede bütün hayvanlar insan için bir araçtır veya bir araç olabilir. Bazı hayvanların yaşaması bile insanların onlara karşı tutumuna bağlıdır. Kentler de, Yıldırım’ın iddia ettiği gibi köpeklerin doğal yaşama ortamı değildir. Kentleri var eden insanlardır. Kentler insanların doğal yaşama ortamıdır. Köpekler esas itibarıyla ancak bu ortam içinde var olabilirler.
İnsanın üstün bir varlık olmasından neden rahatsızlık duyulur, anlamak zor. Keza insanı hayvanlarla aynı veya hemen hemen aynı seviyede varlıklar olarak görmek de sıkıntılı bir durum olsa gerek. Hayvanların bazıları yaşamak ve neslini sürdürmek için dahi insanlara muhtaçtır. Hayatta hayvanlar insanlar için bir araç olabilmektedir. Örnek vermek gerekirse, insanların gıdalarının önemli bir bölümü hayvansal gıdadır. İnsanlar hayvanları yemektedir. Her yıl, milyonlarca hayvan yenmektedir. Bu gerçeği besin zincirinde yer alan ve besin zincirinde yer almayan hayvanlar ayrımıyla aşmak düşünülebilir. Ancak hem tarihteki hem de günümüzdeki eğilimler ve yaşayışlar göstermektedir ki besin zinciri de ülkeden ülkeye ve kültürden kültüre değişebilmektedir. Milyarlarca hayvan insanlar tarafından devamlı yenmektedir. Bu çerçevede her yıl 3 milyon kedi ve 25 milyon köpek de insan gıdası olmaktadır. Ciddi bir kriz anında bu sayının artacağına da şüphe yoktur. Kuşlarda görülebilen kuş gribi ve çift tırnaklı hayvanlarda görülen şap hastalığı gibi durumlarda da hayvanlar, hayat haklarından bahsedilmeksizin, kitleler halinde, insanların korunması için imha edilebilmektedir.
Hayvanlar kendi sağlıklarıyla ilgilenemezler. Onların sağlık bakımlarının ve tedavilerinin yapılabilmesi insanlarla beraber yaşamalarına ve insanlar tarafından sahiplenilmelerine bağlıdır. Hastalık sıkıntısı olan insanlar bundan kurtulmak için ya bizzat hastanelere giderler ya da mesela reşit değillerse anne-babaları veya yakınları tarafından sağlık kurumlarına götürülürler. Hayvanlar aynı şeyi yapamaz. Hayvanlar hastane kuramaz ve tıp bilimi denen şeyi de geliştiremez. Mesela kendi başına veteriner hekime giden bir kedi veya köpek hiç görülmedi.
Bu yüzden, hayvan hakları çerçevesinde zikredilebilecek başlıca hak veya hak benzeri bir şey olsa olsa hayatta kalma hakkıdır. Ama bu da klasik hayat hakkına birçok bakımdan uymaz. Hayat hakkı dünyaya gelmiş insanın reşit olduktan sonra yaşaması için yapması gerekenleri yapmasının engellenmemesi anlamına gelir. Köpekler için hayat hakkı bu şekilde tanımlanamaz, köpeklerin hayatta kalmaları için insanların bazı şeyler yapması gerektiğinin vurgulanması icap eder. Kısaca, insanın hayat hakkı ile köpeklerin sözüm ona hayat hakkı aynı kategoride olamaz.
Hayvanların refah haklarından söz ediliyor. Elbette hayvanlar insanlar tarafından kötü muameleye tabi tutulmamalı. Eziyet ve işkence görmemeli. Ama bunlar hayvanın hayatta kalmasını sağlamaya yetmez. Bu durumda hayvanlar nasıl hayatta kalacak? Hayvanlar kendi refahını nasıl sağlayacak? Bunun için insanların kendilerine muamelesine bakmak gerekmeyecek mi? Yardıma muhtaç insanlar, aç ve sefil aileler ve çocuklar varken neden insanlar değil de hayvanlar tercih edilecek? Bunun masraflarını kim karşılayacak? Netice itibarıyla devlet ve belediye denen organizasyonlar vatandaşın vergileriyle oluşan kaynakları kullanıyorlar. Vergi mükellefleri buna itiraz ederlerse ne olacak?
Yıldırım’ın temel hatası insanlarla hayvanlar arasında çelişkiyi ve problemleri görmemesi. Sahipsiz köpekler insanlar için büyük problemlerin kaynağı olabiliyor. Mesela yaklaşık her 2000 kişiden birinde köpeklerden bulaşan kist hidatik hastalığı olduğu söyleniyor. Sahipsiz köpekler okul çocuklarına veya parklara götürülmüş çocuklara saldırabiliyor, onları parçalayabiliyor. Yaşlı kadınlar ve erkekler köpek sürülerinin hedefi olabiliyor. Kuduz hastalığı köpeklerden bulaşıyor. Her yıl binlerce insan köpekler tarafından ısırılıyor ve kuduz aşısı olmak zorunda kalıyor. Sahipsiz köpekleri kısırlaştırmak veya aşılamak onların saldırganlığına engel olmuyor; hatta tam tersini yapması daha kuvvetli bir ihtimal olarak beliriyor.
Yıldırım sahipsiz köpeklerin bir mülk muamelesine tabi tutulmasını da istemiyor. Ancak, bu yaklaşım da hayatın akışına ve olan bitene karşı çıkmak anlamına geliyor denebilir. Zira etrafta yüzlerce pet shop var ve buralarda hayvanların sadece ihtiyaçları değil kendileri de satılıyor. Köpeklerin üretilmesi ve satılması için çalışan tesisler bulunuyor. Bu da onların zaten bir anlamda mal-mülk olarak görüldüğünü ve ticarî işlemlere malzeme yapıldığını kanıtlıyor.
Tezlerim cevapsız kalmış
Engin Yıldırım iyi niyetli ve gayretli bir çalışma ortaya koymuş. Ahlâkî, felsefi ve hukukî açılımlar yapmaya ve yeni kavramlar geliştirmeye veya tanıtmaya çalışmış. Ne yazık ki tezleri meseleyi tam olarak ve bütün boyutlarıyla görebildiğini göstermiyor. Bir başka deyişle, benim temel argümanlarım yine cevapsız kalıyor.
Tekrar edeyim: Sahipsiz köpek olmamalı. Bütün köpekler sahiplenilmeli. Sahipleri hem hayvanların bakımından hem de bir saldırganlık yapmaları halinde insanların canlarına ve mallarına verebilecekleri zararlardan sorumlu tutulmalı. Bu noktada Hindistan, Pakistan gibi ülkeler değil, sahipsiz köpeklerin var olmasına, sokakları işgal etmesine imkân tanımayan ve köpek saldırılarına karşı onların sahiplerini bağlayan hukukî tedbirler alan ABD, AB, Almanya, İngiltere gibi yerler örnek alınmalı.

