Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yedi yıllık iktidarı döneminde maruz kaldığı darbe girişimlerini artık sayamaz olduk. Taraf gazetesinin son olarak ifşa ettiği, 2003 yılında hazırlanmış olan “Balyoz” darbe planı bunların belki de en dehşet verici olanıdır. Bu karanlık tertibin ayrıntıları artık herkesçe malum olduğundan, bu yazıda meselenin bu yanına girmiyorum.
Üzerinde durmak istediğim mesele şu: Sadece AKP’nin meşru yönetim hakkı bakımından değil, fakat daha genel olarak Türkiye’nin demokrasi davası açısından da son derece vahim olan bütün bu gelişmelere AKP iktidarının gerektiği şekilde mukabele ettiği söylenemez. Türkiye’yi bu ayıptan kurtarmanın en uygun yolu Avrupa Birliği’ne tam üyelik davasına daha kararlı bir şekilde sarılmak ve bu yolda yapılması gerekenleri süratle gerçekleştirmektir.
Bu mesele, şüphesiz, sivil ve demokratik yeni bir anayasa yapılmasıyla da yakından ilgilidir. AKP gerçi daha önce bu yönde bir girişimde bulundu ve bu girişim bilinen nedenlerle maalesef akamete uğradı. Ama yine de bu meselenin peşini bırakmamak ve yeni anayasa için mutlaka bir konsensüs sağlamak gerekiyor. Bu ise hükümetin daha kararlı ve samimi davranmasını gerektiriyor.
Ne var ki, hükümetin gerek AB reformlarına hız verme gerekse “sivil anayasa” meselesinde başarılı olması, genel olarak kendisine çekidüzen vermesine ve başka konularda hata yapmamasına da bağlıdır. Açıktır ki, toplumun günlük hayatla ilgili sorunlarına kayıtsız kalan veya bu meselelerde ciddi hatalar yapan bir iktidarın daha büyük işler için geniş halk desteğini arkasına alması hiç de kolay değildir.
Bu açıdan bakıldığında, hükümetin zayıf yönleri ve basiretsizlikleri hemen göze çarpıyor. Bir kere, başta Başbakan olmak üzere hükümet yetkilileri pembe tablolar çizmeye devam etseler de, ülkede yaygın bir işsizlik ve yoksulluk sorunu vardır. Üstüne üstlük hükümet neredeyse “zulüm” ölçüsüne varan bir vergi politikası izlemektedir. Bu sorun yer yer can yakıcı boyutlardadır. Bu ortamda, küresel ekonomik kriz Türkiye’yi “teğet geçti” demek ve yaşanan dramları ısrarla görmezlikten gelmek akıl kârı değildir.
Bu manzarayı geniş kitleler için daha da katlanılmaz hale getiren, hükümetin kendi “çevresi”ne rant dağıtmak suretiyle bir tür “AKP zenginleri” yaratmakta bir beis görmemesidir. Bunun Türkiye’de bütün iktidarlar için geçerli bir eğilim olduğunu, iktidara gelen her partinin kendi zenginlerini yarattığını elbette biliyorum. Yine de bu, adında “adalet”e atıf yapan ve baştan beri “çaresizlerin çaresâzı” olmak iddiası güden bir parti için daha da affedilmez bir kusurdur. Pek çok seçmenin AKP’ye dini hassasiyetlerle destek verdiği de hatırlanırsa, insanların bu konuda nasıl bir hayal kırıklığına sürüklenmiş olabilecekleri tahmin edilebilir.
Benzer bir durum hükümetin “kadrolaşma” politikası açısından da varittir. AKP yöneticileri her ne kadar “emaneti ehline verme” sloganını dillerinden düşürmüyorlarsa da, kamu bürokrasisindeki partizan kadrolaşmaları bu iddiayı yalanlamaktadır. Bu hükümet birçok yerde emaneti “ehline” değil, “kendi adamlarına” verdiği için ehliyetsiz ve donanımsız kimselerle çalışmak durumunda kalıyor ve tabii bu yüzden de çokça hatalar yapılıyor.
Ayrıca, AKP’nin kadrolaşma politikası onun “merkez sağın partisi” olma iddiasıyla ve ikide bir Menderes’lere Özal’lara atıf vermesiyle de hiç uyuşmuyor. AKP kamu bürokrasisinin neredeyse bütün kilit noktalarına Refah-Fazilet partisi geleneğine mensup kişileri ve sadece onları getiriyor. Oysa, seçmenden oy istemeğe sıra geldiğinde bütün orta sağı kucakladıklarını söylüyorlar. Kısaca, bu kadrolaşma politikasına bakılırsa, AKP kendisine oy vermiş olan % 47’nin değil de % 10-15’in temsilcisiymiş gibi davranıyor.
Şimdi, izlediği ekonomik politika ve kadrolaşma siyaseti açısından kendisini nüfusun azınlığıyla özdeşleştirme görüntüsü veren bir partinin daha geniş temsili ve kucaklayıcılığı gerektiren büyük işlere cesaretle girişmesi elbette zordur. AKP’nin tıkanmışlığının temel sebebi belki de komitacı-darbeci kuşatma altında olmasından ziyade budur.
Taka, 26.1.2010