Son haftalarda siyasi gündemi işgal eden, hükümetin bir dikta rejimi kurmaya çalıştığına ilişkin iddia Türkiye’deki “Cumhuriyetçi” rejimin mahiyetini baştan beri doğru teşhis etmiş olanlar için hiç de şaşırtıcı değildir. Bu satırların yazarı 80’ler sonları ile 90’lar başlarındaki bir dizi yazıda bu konuyu özel olarak işlemişti. Geçenlerde bu sütunda tekrar gündeme getirdiğim “halksız demokrasi” kavramı işte o dönemden kalmadır.
Sözünü ettiğim yazılarda geliştirmiş olduğum tezi bu vesileyle tekrar özetlemek isterim: Cumhuriyetin siyasi projesi, özünde, “hikmet-i hükümet”in bilgisiyle donanmış ve 19. yüzyılın gözde pozitivist değerleriyle “aydınlanmış” sivil ve asker devlet seçkinlerinin halka vesayet etmesine dayanan bir modeli öngörüyordu. “Rejim”in hem ideolojik hem de kurumsal yapısı buna göre tertip edilmiş olduğu gibi, yine aynı değerlerin “aydınlattığı” okumuş-yazmışlar zümresi de bu vesayet işinde devlet seçkinlerinin doğal müttefiki sayılıyordu. Kısaca, “Cumhuriyetçi” projede halk “bireyler” olarak da “yurttaşlar” olarak da devrede yoktu.
Ne var ki, 2. Dünya savaşı sonrasının uluslararası konjonktürünün zorlamasıyla çok-partili siyasete geçilmesi zamanla bu durumu değişmeye zorladı. Gerçi, devlet seçkinleri için bu geçişin amacı “halk”ı sistemin gerçek aktörü haline getirmek; bu arada, 1989’da yazdığım gibi, “‘devlet’ten bağımsız olarak siyasal kararlar alabilecek politikacıların çıkmasına imkân verecek, yarışmacı bir ‘siyasal sistem’ yaratmak olmayıp; ‘devlet’ işlevi açısından belki yararlı olabilecek bir ‘münazara’ forumu oluşturmaktı.” (“1980’lerde Türk Siyasetinin Transformasyonu”, s. 236).
Ne var ki, yeni dönemdeki gidişat devletçi ittifakın öngördüğü çerçeveye tam olarak uymuyordu. “Aşağıdakiler”in temsilcileri bu “demokrasi oyunu”nu ciddiye almaya, kendilerine biçilmiş olan “münazaracı” rolünden saparak “karar-alıcı” konumuna geçmeye çalıştılar. “‘Siyasal sistem’in zamanla ‘devlet’i zorlamaya başlaması, kendi sınırlarını devlet işlevi aleyhine olarak genişletmek istemesi” tabiatıyla devlet seçkinlerini rahatsız etti. “Avam”ın temsilcileri, hatta kendisi, “bürokratik iktidar geleneği”ne adeta meydan okuyordu. İşte Türkiye’de bürokrasinin 1950’lerden başlayan “demokrasi korkusu”nun temel nedenlerinden biri budur. (“Türkiye’de Bürokratik Yönetim Geleneği ve Demokrasi”, 1991, s. 248)
Onun içindir ki, Türkiye’de çok partili hayata geçildikten sonra da “halksız demokrasi” taraftarları hiç eksik olmamıştır. “Sivil ve asker bürokrasi halkın siyasal süreci etkileyebilir hale gelmesini içine sindirmekte zorlanmıştır… Fakat bundan da önemlisi, ‘halksız demokrasi’nin üniversite, basın ve diğer aydın kesimlerden ideolog ve taraftar bulabilmesidir. Bu çeşitli çevrelerden katılımlarla oluşan güçlü ittifak halka dayanan siyaset adamlarını zaman zaman sindirebilmekte, onları halkın taleplerine cevap verme yönündeki olağan demokratik çabaları yüzünden apolojetik bir tutum takınmaya zorlayabilmekte, hatta askerlerin halkın seçtiği politikacıları devirmeleri için gerekçeler bile hazırlayabilmektedirler.” (“Halksız Demokrasi”, 1991, s. 227)
Öyle görünüyor ki, aradan geçen şunca zamanda değişen pek bir şey olmamış. Nitekim, aynı devletçi ittifak bugün de demokratik siyasetin alanının bürokratik iktidar aleyhine genişlemesinden, bu arada ordu üzerinde sivil-demokratik denetimin artmasından fevkalâde rahatsız olmaktadır.
“AKP iktidarı sivil diktaya gidiyor” kampanyasının, iddia edildiği gibi, demokratik sürece muhtemel bir müdahaleye gerekçe sağlamak amacı güdüp gütmediğini elbette bilemem. Ama, yakın gelecekte eğer böyle talihsiz bir olay başımıza gelirse, müdahalecilerin sözde gerekçe olarak en başta bu kampanyanın “tezleri”ne sarılacaklarına şüphe yok.
Star, 21.01.2010