Baştan beri Adalet ve Kalkınma Partisi’nin otoriter bir rejim kurma arayışı içinde olduğunu düşünenler bu görüşlerini son zamanlarda en fazla “sivil darbe” ve “sivil faşizm” kavramları aracılığıyla getiriyorlar.
En başta “sivil faşizm” teriminin uygunsuzluğuna dikkat çekmek isterim. Çünkü, iktidardaki bir partiye bu ithamın yöneltilmesinin haklı olması için, onun sivil toplum içinde yükselen “faşizan” eğilimlerin temsilcisi olarak ortaya çıkmış olması gerekir. Adalet ve Kalkınma Partisi örneğinde böyle bir durumun söz konusu olmadığı çok açık. Tam aksine, bu parti bazı bakımlardan sivil faşizmin mücessem bir ifadesi olan Ergenekon komitacılığının üstüne gidiyor.
Bu ithamın bazı gazeteciler tarafından bir ara dile getirilmiş olan “liberal faşizm”le gerekçelendirilmesi de mümkün görünmüyor. Çünkü, “liberal faşizm” kavramını bu adla 2008 yılında yayımladığı bir kitapta ortaya atan muhafazakâr Amerikalı yazar Jonah Goldberg’in hedefinde -kitabın alt başlığından da anlaşılacağı gibi- “Amerikan solu” vardı. Malum, Amerika’da kabaca sosyal-demokrat sol “liberal” olarak adlandırılıyor. Faşizmin genellikle yapıldığı gibi “sağ-kanat”a özgü bir ideoloji olarak tanımlanmasını eleştiren yazar, Amerikanın “ilericileri” ve “liberaller”inin temel varsayımları ve birçok politika tercihleri bakımından Avrupa’nın yakın tarihindeki faşist hareketlere benzediğini ileri sürmüştü. Ama, Goldberg bu benzerliği “liberal faşizm” olarak yaftalamakla fazla ileri gitmiştir. Gerçekte ise onun asıl eleştirdiği, Amerikan solundaki devletçi ve Jakoben eğilimlerdir.
Bu iktidara daha genelde “faşizm” ithamı yöneltilmesi de ne teoriye ne de gerçeklere uyuyor. Muhafazakâr bir parti olarak AKP’de bir ölçüde devlet ve otorite sempatisinin var olduğu ve zaman zaman “milli birlik”e fazla vurgu yaptığı doğrudur; ama ne devlet sempatisi “devlet tapınması” boyutlarındadır, ne de birlik tutkusu farklılıkları reddeden entegrist bir milliyetçilik ölçüsüne vardırılmıştır. Ayrıca AKP’nin anti-liberal, demokrasi karşıtı ve kategorik olarak enternasyonalizm karşıtı bir dünya görüşü olduğu da söylenemez.
AKP’yi faşizmle suçlayanlar, galiba, bu partinin parlamento çoğunluğuna dayanan halihazırdaki tek parti yönetimiyle faşizmin “tek-parti diktatörlüğü” arasında zihinlerde bir çağrışım benzerliği doğması ihtimalinden medet umuyorlar. Muhtemeldir ki, AKP hükümetinin arasıra baş gösteren muhafazakâr otoriteryen çıkışlarının ve bu dönemdeki bazı hukuksuzlukların sözünü ettiğim imajı güçlendireceğine güveniyorlar.
“Sivil darbe” ithamına gelince, bu kavramın makul anlamı “iktidarın askeri olmayan yoldan ele geçirilerek cari rejimin değiştirilmesi” olabilir. Böyle bakıldığında, aslında her demokratik çoğunluk “darbeci” olarak görülebilir, çünkü cari rejimin şu veya bu ölçüde değişikliğe uğratılması demokrasi dediğimiz şeyin özünü oluşturur. Onun için, demokratik yoldan değişimin kınanmayı hak etmesi için, onun zaten demokratik olan bir rejimi demokratik-olmayan veya anti-demokratik bir yönde değiştiriyor olması gerekir.
Oysa, bu iktidar evet mevcut rejimi bir ölçüde değişikliğe uğratmaktadır; ama değiştirmeye çalıştığı şey zaten bir “yarı-demokrasi”dir ve şimdiye kadarki icraatını göz önüne alırsak, değişimin ana istikameti de daha fazla demokrasidir. AKP yönetiminin kabaca bu rotayı izlerken zaman zaman “demokrasi kusurları” veya “demokrasi ayıpları” işlediği de elbette gerçektir. Şüphesiz bu yanlışlara dikkat çekmeli, bunları -yerine göre şiddetle- eleştirmeli ve hükümetin rotadan sapmamasını sağlamaya katkıda bulunmalıyız. Ama temelde doğru olan rotayı “sivil darbe” olarak yaftalamak haksızlık olur.
Kanaatimce, bu yaftayı AKP yönetimine lâyık görenlerin bir kısmının asıl derdi başkadır. Onlar bu hükümet döneminde silâhlı kuvvetlerin geleneksel özerk konumuna dokunulmasından, başka bir anlatımla ordunun da “Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuku”nun kapsama alanına dahil edilmesinden rahatsızlık duyuyorlar.
Yoksa, bırakınız bütün bir sistemi “vesayet”i altına almasını, “yürütme” içinde bile kontrolün tamamen AKP’de olmadığını bu ithamı yapanlar da biliyorlar.
Star, 14.01.2010