İstanbul’daki bazı camilerin devletçi ve milliyetçi mahyalarla donatılması liberal-demokrat çevrelerde rahatsızlık yarattı. Sadece, yer verilen sloganların kendi başına uygunsuzluğu yüzünden değil, bunların camilere yakışmaması yüzünden de… Öyle ya, mesajının evrensel olduğuyla övünen ve milliyetçiliğe kötü nazarla bakan bir dinin ibadetgâhlarından tam da bunun tersi olan mesajlar nasıl verilebilir?…
“Din ü devlet” (din ve devlet) Osmanlı resmi söyleminde Devlet katından sadır olan işleri meşrulaştırmak için sıkça başvurulan bir formüldü. Tuhaf gelecek ama, bu siyasal gelenek ve toplumsal ethos ikliminde sadece geleneksel düzeni değil, fakat aynı zamanda ıslahat veya yenileşme reformlarını da bu referansa dayanarak meşrulaştırmak mümkün olmuştur.
Devamında “mülk ü millet”in de yer aldığı bu formül her ne kadar din ile devleti iki ayrı referans gibi sunuyorsa da, uygulamanın da gösterdiği gibi, aslında burada söz konusu olan eşit iki değer değil, bir değerler hiyerarşisiydi. Hem Kemalistlerin hem de dindarların sandığının aksine, bu hiyerarşide asli değer din değil “devlet” idi. Din egemenler nazarında elbette “değersiz” değildi, ama onlar için dini asıl değerli kılan devletin amaçlarına hizmet etmesiydi.
Şimdi, günümüzün “Aydınlanmacı” ve “ilerici” Kemalistlerine sorarsanız, bu durum Cumhuriyet’le birlikte kökten değişmiştir: Devlet dinden bağımsızlaşarak lâikleşmiş ve kendi meşruluğunu dinle kesinlikle ilişkilendirmeyen bir nitelik kazanmıştır. Cumhuriyet “Aydınlanma idealleri”ne ve “hayatta en hakiki mürşit” olan bilime dayanmaktadır ve bu onun övüncüdür.
Ama öyle değil. Cumhuriyet de kendisini belli ölçüde dinle meşrulaştırmaya devam ediyor. Bu anlamda, Cumhuriyet Osmanlı siyasi geleneğinden bir kopuşu değil, onun başka bir görüntü altındaki devamını temsil etmektedir. Bir farkla ki, bunu resmen ve doğrudan doğruya ifade etmiyor da dini yeniden tanımlayarak ve bu arada onu ulusallaştırarak, ulusal birlik ve dayanışmanın bir payandası haline getirerek yapıyor.
Buna uygun olarak, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) kuruluş amaçlarından biri elbette dini hayatı (sivil toplumu) kontrol altında tutmaktır. Ama bu kurumun daha da önemli olan işlevi, kendisine tanınan dini yorumlama tekelinin de yardımıyla, kurulu düzeni meşrulaştırmaktır. 1982 Anayasası bu işlevi gayet isabetli bir şekilde formüle etmiştir: Kurum görevlerini “lâiklik ilkesi doğrultusunda… milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek” (m. 136) yerine getirecektir.
Buna göre, DİB bir din kurumu olmaktan çok, devletin uygun bulduğu şekilde ulusal dayanışmaya hizmet edecek bir araçtır. Ayrıca, yine çoğunuza tuhaf gelecek, aynı hükümden, DİB’in referansının dinin kendisi değil “lâiklik ilkesi” olacağı anlaşılmaktadır. Diyanete -yani, Devlete- din konusunda tanınan yorum tekeli, devletin dinin partizan amaçlarla kullanılmasını yasaklarken, “dini ve kutsal din duygularını istismar” yetkisini kendisine hasretmesiyle de gayet tutarlıdır.
Nitekim, aynı 136. maddede, DİB’in kendisine verilen ulusal dayanışmacı görevini “bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak” yerine getirmesi istenmektedir. Burada “bütün siyasi görüş(ler)”den kastedilenin parti görüşleri olduğu açıktır. Yoksa, ulusal dayanışmaya ve “lâiklik ilkesi”ne hizmet eder nitelikteki görüşler de elbette siyasidir; ama bunları sakıncalı olmaktan çıkaran Devlet adına açıklanmaları, daha doğrusu buyrulmalarıdır.
Star, 10.10.2009