Standart ders kitaplarında siyasî partilerle ilgili olarak hep aynı bilgiler kullanılır. Önce bir parti tanımı yapılır. Sonra parti tipolojileri ve parti sistemleri ele alınır. İlgili bölümler tamamen anonim bilgilerden oluşur.
Ancak, hayatın içinden edindiğimiz bilgiler bize bu kitabî bilgilerde eksiklik ve yanlışlıklar olduğunu gösteriyor. Söz konusu kitapların yazarı akademisyenler bunları görmeyecek kadar yeteneksiz olmadığına göre, bunun sebepleri nelerdir? Akademisyenler kitaplarına niçin kalıplaşmış bakışları aşacak ve hayatta karşımıza çıkan olayları ve olguları daha iyi ve etraflı değerlendirmemizde işe yarayacak bilgiler eklemiyorlar?
Eski zamanlarda, Soğuk Savaş yıllarında diyelim, bunun ana nedeni, pozitivizmin tesiriyle, sözüm ona, değerlerden azade (value-free) sosyal bilim yapma endişesi ve çabasıydı. Bu yüzden pozitivist- ampirist bilim insanları sözgelimi Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ndeki Komünist Parti ile Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Cumhuriyetçi Parti’yi parti başlığı altında aynı kategoriye yerleştirebiliyordu. Komünist rejimlerin çökmesi bu saçmalığı bir ölçüde giderdi ama tamamen ortadan kaldıramadı. İlk neden bu. İkinci neden parti kavramının anlamının sınırlı analize tabi tutulması ve kendine parti adını veren her yapının parti olarak kabul edilmesi. Üçüncü neden ise, istikrarlı demokrasilerde partilerle ilgili sorunların belki de üzerinde durmayı gerektirecek veya bir genellemeye ulaşmayı sağlayacak kadar çok olmaması.
Oysa parti kavramı etrafında hayli büyük bir sorunlar yumağı var. Parti adını alan her yapılanma parti midir? Kelimenin “doğru” anlamında partiler her siyasî sistemde var mıdır yoksa sadece demokrasilerde mi karşımıza çıkar? Bir partinin meşru bir demokratik aktör olabilmesi, partiler arası iktidar yarışına katılma hakkını elde edebilmesi için onda aranması gereken vasıflar var mıdır, olmalı mıdır? Hangi partiler meşru partilerdir, hangileri parti adını taşmakta olsalar bile meşru değildir? Bunlar önemsiz sorular olarak görülemez. Hayat zaten bu hususlarda cevaplar üretmekte, ama siyaset bilimcilerin ve hukukçuların da hem hayatın cevabını görmeye hem de mevzu üzerinde çalışarak ilkeler ve ölçütler belirlemeye çalışması gerekir. Ben bir süredir bunu yapıyorum ve ulaştığım sonuçları güncel yazılarımda paylaşmaya çalışıyorum. İleride bunları akademik makalelere çevirmeye de niyetim var.
Görebildiğim kadarıyla, demokratik sistemde meşru ve demokratik bir siyasî parti olmanın bazı şartlarından bahsedilebilir. Bunları aşağıdaki gibi sıralayıp açıklayabiliriz:
- Suç örgütü olmamak
Partiler veya partilerin uzantıları, birimleri bazı durumlarda adî suçlar denilen kaçakçılık, kumar, mafya faaliyetleri için kurulabilir veya kullanılabilir. Bu durumda söz konusu parti meşru bir parti olamaz. Örneğin, İtalya’nın güneyinde yaygın olan mafya, partilere tanınan imkânlardan ve avantajlardan yararlanmak için bir parti kursa ve tüm İtalya’da ya da İtalya’nın belli yerlerinde usulüne uygun olarak teşkilatlansa bile meşru bir parti olarak görülemez. Bu tespit Türkiye dâhil her ülke için geçerli olsa gerek. Birkaç yıl önce Adana’da kumar oynatmak için bir parti kurulmuştu (https://www.cnnturk.com/haber/turkiye/adanada-kumarhane-olarak-isletmek-icin-parti-kurdular). Şüphe yok ki böyle bir parti meşru bir parti olamaz.
- Bütünü temsil etme iddiasında olmamak
Parti parça demektir. Parça bütünle aynı olamaz ve her bütün en az iki parçadan oluşur. Bütünü temsil etme iddiasında olan ve buna dayanarak başka partilerin kurulmasına izin vermeyen bir parti meşru, demokratik bir siyasal aktör olamaz. Bu yüzden, tek parti rejimlerinde (otoriter ve totaliter rejimlerde) tekelci partiler aslında parti adını hak etmeyen ve kelimenin gerçek anlamında parti olmayan yapılanmalardır. Örnek vermek gerekirse, SSCB’de Komünist Parti, tek parti dönemi Türkiye’sinde CHP kelimenin doğru anlamında parti değildi. Onlar, tüm toplumu kontrol etmek, manipüle etmek ve tahakküm altına almak için kurulmuş örgütlerdi. Elbette faaliyetlerini halka sizi tahakküm altına alacağız diyerek yürütmüyorlardı. Halkın çıkarlarına hizmet etmek, halk aydınlatmak, eğitmek, çağdaşlaştırmak gibi kendinden menkul amaçların peşinde koştuklarını ilân ederek despotik rejimlerini sürdürüyorlardı.
- Diğer partileri de meşru aktörler olarak görmek
Bir parti tek meşru siyasî aktörün kendisi olduğunu, diğer partilerin bu vasfa sahip olmadığını iddia ediyorsa veya demokratik usûl kurallarının işletilmesiyle ortaya çıkmış olan sonucu inkâr ediyor veya tanımıyorsa o parti ya meşru bir siyasî aktör değildir ya da meşruluğu zayıflamaktadır. İster iktidarda ister muhalefette olsunlar, partiler, diğer partilerin varlığını değil ama politikalarını, programlarını, sözlerini ve icraatlarını eleştiri konusu yapabilir. Bizde partiler zaman zaman bu sınırı aşıyor. Birbirlerinin var olma hakkını sorgulama hak ve yetkisini kendinde görüyor. Meselâ, AK Parti kurmayları zaman zaman sarf ettikleri sözlerle rakiplerinin, özellikle CHP’nin politikalarını eleştirmeyi aşıp varlığını eleştirme noktasına varma potansiyeli taşıyan bir çiziye yaklaşıyorlar. “Millî” ve “yerli” kavramlarının ısrarla ve yaygın biçimde kullanımı çoğu zaman bu anlama gelecek sonuçlar veriyor.
- Seçimle gelmeyi ve seçimle gitmeyi kabul etmek
Demokrasiyi harika bir şey olarak görme biçimindeki özcü yaklaşım çok yaygın biçimde benimsenmekle beraber demokrasi aslında bir usûl kuralları bütünüdür. En önemli kuralı seçimle gelip seçimle gitmek ve seçimin sonuçlarına rıza göstermektir. Demokratik sistemdeki her parti, iktidara yarışmacı seçimlerle gelmeyi de iktidardan öyle gitmeyi de kabul ettiğini zımnî olarak beyan etmiş sayılır. Bu bakımdan hakkında bir şüphe doğarsa kurallara bağlılığını açıklamak zorundadır. Bir parti seçimle iktidara geleceğiz ve bir daha hiç gitmeyeceğiz diyorsa o parti meşru bir parti değildir. Şimdi ne düşünüyor bilmem ama Doğu Perinçek, bir zamanlar, partisinin planları hakkında böyle sözler sarf ediyordu. Böyle bir parti meşru bir parti olamaz. Keza, CHP genel başkanı ve sözcüleri de zaman zaman “Erdoğan bizim cumhurbaşkanımız değil” şeklinde konuşuyor. Burada da usûl kurallarına uygun bir yarışın sonuçlarını kabul etmeme durumu var. Bu da bunu yapan partinin meşruiyetine zarar verir. Demokraside iktidar kazanıldığı gibi muhalefet de bir anlamda kazanılır. Muhalefet en az iktidar kadar önemlidir. Her sistemde iktidar vardır ama sadece demokraside alenî, meşru ve iktidar alternatifi muhalefet bulunur. Muhalefetin seçim sonuçlarını tanımaması ilerde onun da iktidarın tanınmaması için bir örnek ve sebep teşkil eder. Dolayısıyla demokrasiyi koruma ve kurumsallaştırmada muhalefete de önemli görevler düşer. Demokrasiyi koruma amacı iktidarın olduğu gibi muhalefetin omuzuna da sorumluluklar bindirir. Diğer taraftan AK Parti’nin 31 Mart 2019 mahallî seçimlerinde İstanbul’daki seçim sonuçlarına yaptığı itiraz da, aradaki oy farkının çok az olmasının bu teşhisi biraz tartışmalı hâle getirme ihtimâli bulunmakla beraber, usûl kurallarının sonucuna rıza göstermeme anlamına gelen bir tavırdı. AK Parti muhtemelen kendi tarihindeki en büyük siyasî hatayı burada yaptı ve en azından bu olay çerçevesinde kendi meşruiyetini tartışılır hâle getirdi.
- Şiddeti dışlamak
Zor demokrasi oyununu bozar. Silahların konuştuğu yerde fikirler susar. Siyaset ve şiddet birbirinin zıddıdır. Siyaset sorunları konuşarak, tartışarak ve oylayarak çözme yoludur. Şiddet demokratik siyaseti öldürür. Sorun çözmez, daha büyük sorunlar yaratır. Bu yüzden her meşru demokratik partinin şiddeti dışlaması gerekir. Bunu yapmayan parti meşru bir parti olamaz. Şiddeti dışlamanın dört gereği vardır: a) Bilfiil şiddet kullanmamak, şiddete başvurmamak, b) Şiddet ile ve şiddet kullananlarla araya dışarıdan görülebilir bir mesafe koymak, c) Şiddeti ve şiddet kullanan aktörleri övmemek, d) Şiddeti ve şiddet kullananları açık ve net olarak, kamunun duyacağı, göreceği ve inanacağı şekilde kınamak. Bu şartları karşılayamayan bir parti, adı parti olsa bile, demokratik anlamda bir parti olamaz.
Şiddet ile siyaset arasındaki zıtlığı yaşanmış bir örnek üzerinden ele alabiliriz. Türkiye’de bir zamanlar terör eylemleri yapan Hizbullah adlı bir örgüt vardı. Bu örgütün dayandığını söylediği toplumsal taban sonunda şiddetten vazgeçti ve meşru bir siyasî parti oluşturmak için HÜDA-PAR’ı kurdu. Bu parti siyaset yapıyor ve şiddete bulaşmıyor. Dolayısıyla, geçmişinde şiddet olsa da, meşru bir parti. Buna karşılık PKK (KCK) aynı şeyi yapamadı. Terör eylemlerine devam ediyor. HDP, PKK ile organik bağlara sahip. Bu yüzden de bana göre meşru ve demokratik bir aktör değil. HDP hakkındaki analizlerime, tespitlerime ve çağrılarıma itiraz edenlere sormak isterim: Hizbullah var ve terör uyguluyor olsaydı HÜDA-PAR’ı meşru bir parti olarak görecek miydiniz? HDP’yi desteklediğiniz gibi onu da destekleyecek veya başkaları tarafından desteklenmesini makul ve yararlı bulacak mıydınız?
Bir demokrasinin var olması, ayakta kalması ve başarıyla işlemesi meşru ve demokratik siyasî partilerin mevcut olmasına bağlı. Demokratik siyasetin meşru siyasî aktörü olmak isteyen partiler bu yazıda saydığım şartlara uymak zorunda. Bu bakımdan en sorunlu durumda olan ise HDP. Umarım ve dilerim ki, HDP’nin tavanı da tabanı da bu gerçeği görür ve gerekenleri yapar.