Türkiye’de belli aralıklarla demokratik bir hukuk devletinde olması hayal bile edilemeyecek bazı sıra dışı vakalar yaşanmakta. Bunlardan birisi de 17 Şubat 2010 günü yaşandı.
Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner’in “Ergenekon terör örgütü üyesi olmak, resmi evrakta sahtecilik, iftira, hakaret ve tehdit” suçlamalarına istinaden tutuklanması üzerine olağanüstü toplanan HSYK, Cihaner hakkında soruşturmayı yürüten Erzurum Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi’nde görevli 4 savcının yetki aşımı sebebiyle yetkilerini kaldırdı. HSYK’nın bu kararı, hâkim ve savcılar üzerinde fiilen HSYK tahakkümü tesis etmiş olduğu için, esasen yargı bağımsızlığı ve hâkim ve savcı güvencesi açısından son derece sorunlu olduğu halde, Danıştay ve Yargıtay da HSYK’yı bu kararından dolayı kayıtsız şartsız desteklediklerini ilan ettiler.
Dahası bu desteği, âdil bir yargılama için oldukça risk teşkil eden, bu yönü sebebiyle de kanunen yasaklanmış olan “ihsas-ı rey”de bulunarak yapmışlardır. Bunun adı “ben yüksek yargıyım, icab-ı halde kendimi hukukla sınırlı görmem” mantığıdır. Bütün bu yaşananlar, şunu ayan beyan ortaya koymaktadır: “Acil, ama rövanşist olmayan bir yargı reformunun yapılması”. Nitekim, Adalet Bakanlığı bu konuda hazırlıksız da değildir. AB’ye uyum çalışmaları kapsamında yıllardır sürdürdüğü bir hazırlığı mevcuttur.
HSYK İÇİNDEKİ KAST SİSTEMİ
Peki bu reformu lüzumlu kılan temel sebepler sadece son yaşananlar mıdır? Hayır. Hem HSYK üyelerinin hem de Yargıtay ve Danıştay üyelerinin seçilme usulleri son derece sorunludur. Mevcut sistem tamamen yargı içinde bir “kast sistemi” kurmaktadır. Deyim yerinde ise “al gülüm ver gülüm” kabilinden Yargıtay, HSYK üyelerinin bir kısmını (üç üyeyi) belirlerken, HSYK da Yargıtay’ın bütün üyelerini atamaktadır. Benzer durum Danıştay için de geçerlidir. Bu durumda, bu iki yüksek mahkemede çoğunluğun eğilimi dışında kişilerin cumhurbaşkanının önüne gelmesi yolu tamamen kapatılmış olmakta, çoğunluğun temsil ettiği eğilim Yargıtay ve Danıştay içerisinde tek eğilim haline gelmektedir. Bu eğilimin seçtiği kişilerden teşekkül eden HSYK da kendi içinde hâkim olan siyasî eğilimin bir yansıması olarak Danıştay ve Yargıtay’ı şekillendirmektedir. Artık yargı camiasında fiilî olarak şöyle bir olgu ortaya çıkmaktadır. Birinci sınıf hâkim ve savcılar içerisinde, nitelikleri ne olursa olsun fark etmeksizin Yargıtay, Danıştay ve HSYK’ya seçilebilecek olanlar, kariyer ve yaratıcılık itibarıyla son derece olumlu olsalar da hiçbir şekilde buralara seçilemeyecek olanlar. Bu, Hindistan’da toplumsal bir olgu olarak var olan kast sisteminin bizim ülkemizde yargıya uyarlanmış halidir. Bunun bir diğer neticesi de, yargıda yorum çeşitliliğinin yok edilmesidir. Oysa yargı camiasında ne kadar eğilim var ise bunların yüksek yargıda da temsil olunması, bunların yorumlarının da yargı içerisinde etikli olması, bu yönden bir çoğulculuğun sağlanması yargıda verimliliğin ve üretkenliğin bir gereğidir. Dar kalıplı yargı, ideolojik saplantılardan kurtulamaz.
Bu kast sistemi beraberinde şunu da getirmektedir. “Siyasî iktidarda kim olursa olsun, bizim onaylamadığımız hiçbir şeye izin vermeyiz. Bunun bir diğer adı da şudur: ‘atanmışların seçilmişlere üstünlüğü’. Nasıl olsa, demokrasinin vazgeçilmez unsurlarından birisi oldukları Anayasa’nın 68. maddesinde belirtilmiş olsa bile, onların ipleri de bizim elimizdedir; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tek başına açar davayı, AYM de kapatır, bu iş biter”. Bu vesileyle partilerin de yargının eğilimleri dışına çıkabilmeleri yolu büyük oranda kapatılmış olmaktadır. Unutmayalım, AK Parti hakkında kapatma kararından kıl payı kurtularak verilen Hazine yardımından kesme cezasının gerisinde AK Parti’nin önerdiği düşüncelerin şiddeti içermesi, bunların Anayasa ve Siyasi Partiler Kanunu’na (SPK) aykırılık teşkil etmesi değil, anayasal ve kanunî koruma altına alınan ilke ve değerleri AYM’nin AK Parti’den farklı yorumlaması yer almaktadır. AK Parti’ye şu söylenmektedir: “Ben Anayasa ve SPK’yı bu şekilde okuyor ve anlıyorum. Sen bunları benim okuyup anladıklarımın dışında okuma ve anlama yetkisine sahip değilsin; bunun dışında politika geliştiremezsin. Hatta her ne kadar Anayasa’nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti ‘demokratik laik bir devlettir’ denilmiş olsa da, ey AK Parti sen, Anayasa’nın öngörmüş olduğu ‘demokratik laikliği’ savunamazsın; savunursan ya kapatırım ya da hakkında Hazine yardımından kesme cezası veririm”. Bunun adı siyasî sistemin yargı organlarınca tamamen kuşatılmasıdır; bir diğer ifadeyle yargıçlar yönetimidir. Bu durum karşısında yapılması gereken, “esaslı bir yargı reformu”dur. Bu reform kapsamında yapılması gerekenleri şu şekilde özetlemek mümkündür: Yorumlar
HSYK ÜYELERİ NASIL BELİRLENMELİ?
Bir kere gerek Danıştay’a gerekse Yargıtay’a üye belirlemelerde ideolojik siyasî eğilimlerden ziyade hâkimlerin niteliğinin belirleyici olduğu bir sistem benimsenmelidir. Bu sistem içerisinde, yüksek yargı “iç düşmanlar-düşman olmayanlar” ayrışması kapsamında fethedilip ideolojik kadrolaşmalarla düşürülmesi gerekli kaleler olarak görülmemeli, aksine buralar, içinde her türlü eğilimin yer alabileceği nitelikli hâkim ve savcıların görev yapacağı yargı organlarına dönüştürülmeli, üye belirlemelerine ilişkin usuller bu neticeyi sağlayacak şekilde oluşturulmalıdır.
HSYK üyelerinin belirlenmesine ilişkin usulün tespitinde mevcut kast sistemine son verilmeli, Batı’da olduğu haliyle çoğulcu bir yapı kurulmalıdır. Yargı camiası içerisinde görev yapan hâkim ve savcılar, “Ferhat Sarıkaya, Sacit Kayasu ve son Erzurum özel yetkili savcılarının başlarına gelenlerde olduğu gibi, acaba yapmış olduğumuz görevlerden dolayı başımıza HSYK kayası düşer mi?” endişesi yaşamamalıdır. Bunun için de, idarî bir kurum olan bu Kurul’a, içinde kürsü hâkimlerinin de yer aldığı bütün yargı camiası yanında, üyelerini halkın seçtiği TBMM, Cumhurbaşkanı, barolar, yükseköğretim kurumları da üye seçebilmelidir. Bu şekilde artık HSYK, tek eğilimi yansıtan bir ideolojik kurum olmaktan çıkacaktır. Ayrıca ‘Kurul’un üye sayısı artırılmalıdır. Bu durumda, hâkim ve savcıların idarî görevleri yönünden bağlı oldukları adalet bakanının Kurul içerisinde yer almasının, yargı bağımsızlığını zedeleyeceği yönündeki endişeler ortadan kalkacaktır. Ayrıca bakanlık müsteşarının Kurul üyesi olup olmaması da bu çoğunluk içerisinde anlamsızlaşacaktır. Kısaca bütün bu yapılanlar neticesinde HSYK, ideolojik saiklerle hareket eden bir Kurul olmaktan çıkarılmalıdır.
Yargıç ve savcı güvencesi açısından en önemli değişiklik ise HSYK kararlarına karşı yargısal denetim yolunun açık olmasıdır. Bu yol açılmadıkça, hâkim ve savcıların anayasal güvence altında görev yapabilmeleri mümkün değildir.
Âdil bir yargılama açısından yargının bağımsızlığı kadar tarafsızlığı da önemlidir. Bu sebeple hâkim ve savcıların eğitimi konusunda yargının tarafsızlığı yönünde de ciddi manada yoğunlaşılmalıdır. Unutmayalım, tarafsızlık kanunla değil, eğitimle, kişisel donanım ve adalet etiği ile alakalı bir meseledir. Hâkim ve savcılar, ideolojik militanlar değil, adaleti amaçlayan tarafsız, güvenilen adalet dağıtıcıları olmalıdırlar. Toplumda bu yönde bir inancın yerleşmesi, yargının işlevselliği açısından son derece önemlidir.
Yargı reformunun AYM’ye ilişkin kısmı ayrı bir yazı konusu olduğu için şimdilik burada ona yer vermiyorum. Şayet hükümet geçmişte yaşananlarda olduğu gibi, tekrardan reform çalışmalarını ertelerse, bundan başta AK Parti olmak üzere bütün toplum zarar görür.
Zaman, 23.02.2010