25 Aralık 2009’da yayımlanan yazımda Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un Trabzon’da bir savaş gemisinde yaptığı konuşma münasebetiyle militarizmin silahlı bürokrasinin askerî kanadındaki izleri ve yansımaları üzerinde durmuştum. Ancak, militarizmin “sivil” kanattaki yansımalarını da görmez ve tahlil etmezsek, militarizmle ilgili açıklamaları eksik bırakmış oluruz.
Türkiye’de militarizmin kaynaklarını ve boyutlarını asla tam olarak anlayamayız. Türkiye’de militarizmin sadece askerî kanatta değil fakat aynı zamanda bazı çevrelerde de çok baskın ve yaygın olduğu kolayca tespit edilebilecek bir olgudur. Bu tespite militarizmin göbeğinde oturanların dahi itiraz edeceğini sanmam.
Onların söyleyeceği, olsa olsa, bunun, özel şartları yüzünden, Türkiye için gerekli olduğudur. Sivil militarizmin delilleri her yerde her zaman karşımıza çıkmaktadır. Daha geçenlerde CHP’li bir belediye başkanı tek umudunun ordu olduğunu söyledi. Aynı partinin lideri 28 Şubat post modern darbesinin ilk yıllarında ordunun bir sivil toplum kuruluşu gibi görülmesi gerektiğini ifade etmişti. Darbe mağduru olmakla bazen övünen bazen yerinen Demirel bile ordunun sistem içindeki yerinin bir zaruretten kaynaklandığını iddia etmekten kaçınmamakta. Hülasa militarizm “sivil” toplum kesimlerinde de bu tür “sivri” söylemlerle ve elbette icraatlarla varlığını sık sık ifşa etmekte.
EĞİTİM VE MEDYADAKİ ‘SİVİL İŞGAL’
Fakat, militarizmin sivil hayatı işgalini özellikle iki alanda çok somut olarak görmek mümkün: Eğitim ve medya. Bizim eğitim sistemimiz hafifletilmiş ve kamufle edilmiş bir askerî “talim ve terbiye” sistemine birçok bakımdan benzemekte. Sakın yanılmayın, bu durum sadece ilk ve orta öğrenim için değil, yüksek öğrenim için de geçerli. İlkokullarda her gün içilen anttan hiyerarşik sıra düzenine, beyin yıkamayı hedefleyen müfredattan şovenizmi enjekte eden ders kitaplarına, üniversite öncesi eğitim tam bir öğrencileri “yontma”, “tek biçimleştirme” düzeni.
Bu belki anlaşılır bir şey, çünkü, nihayetinde, zorunlu ve merkezî eğitimin olduğu her yerde bir ölçüde karşımıza çıkan bir olgu. Ne var ki bizde üniversitelerde de vaziyet aynı. Üniversitelerden istenen, düşünce ve yaratıcılıkta sınırların kalktığı bir “evrensel ortam (şehir)” olmak değil, sistemin kurucuları ve mevcut sahipleri tarafından ebedî ve ezelî doğruluğu hükme bağlanmış bilgi, anlayış, değer ve davranış kodlarını yeni nesillere empoze etme ortamı ve aracı olmak. Bereket versin hayat bu kalıba sığmıyor. Kalıbı zorlayan üniversiteler, bölümler ve hocalar eksik olmuyor. Başındakilerin zihin yapısına bağlı olarak YÖK’ün daha esnek ve anlayışlı olduğu dönemler yaşanıyor. Ama hem Milli Eğitim Temel Kanunu, hem YÖK Kanunu ve hem de Anayasa ile böyle bir eğitim sistemi dizayn edilmiş ve bunları değiştirmeden bu sistemi etkisizleştirmek imkânsız. Ve bu eğitim sisteminde, eğer öğrenci muhalif toplumsal kesimlerden gelmiyor veya alternatif bilgi ve değer kaynaklarından da beslenmiyorsa, eğitim seviyesi yükseldikçe militaristliğin derecesi artıyor. Daha yüksek tahsil neredeyse otomatikman daha militarist tavır anlamına geliyor. Kısaca, eğitim sistemimiz, bir bütün olarak militarizmi besliyor.
Medyadaki militarizm daha da ürkütücü. Çünkü eğitim sistemi aracılığıyla militarizmi aşılama işinin yıllara yayılabilmesine ve bir ölçüde kamufle edilebilmesine karşılık medya organları günlük yaşadığı ve günlük çalıştığı için militarizmin medyadaki yansıması çok daha yoğun ve çarpıcı biçimde gerçekleşiyor. Uyanık bir iletişim öğrencisi sözgelimi 27 Nisan 2007 tarihli bildiriden GKB’nın Trabzon konuşmasına kadar uzanan yaklaşık iki buçuk yıllık zaman diliminde gazeteleri incelese, sırf başlıkları tasnif ederek dahi, durumu görebilir. Medyanın militarizmi bu zaman diliminde tavan yapmıştır. Başka bir deyişle son cumhurbaşkanının seçimi sürecinde militarizmle ilgili medyatik ar damarı çatlamış ve her türlü demokratik kural ve medeni terbiye bir yana atılarak askerin siyasete müdahalesi savunulmuştur. O günden bugüne aynı medya çevreleri askerlerin her türlü bireysel ve kurumsal hatasını saklamak veya meşrulaştırmak için canla başla çalışmaktadır.
Çok uzaklara gitmeye gerek yok. Arınç’a yapılması planlandığı iddia edilen suikastla ilgili yayınlara topluca göz atarsanız medya ahlakı adına utanırsınız. Her türlü haki yanlışlığı peşinen aklamaya hazır bir medya hazır kıta beklemektedir. Sanki burası tarihinde hiç darbe görmemiş, askerlerin siyasete müdahalesine şahit olmamış, askerin sadece askerî işlerle meşgul olduğu bir ülkeymiş gibi, yanlışı yapanlar değil onu teşhir edenler ve görevi gereği onlarla ilgilenenler hedef alınmaktadır. Bazı gazete ve televizyonlar adeta askeriyenin sözcüsüymüş gibi yayın yapmaktadır. Medyanın bu kesimi, bir anlamda, Ergun Babahan’ın dediği gibi, yarı-askerî medya haline gelmiştir.
Askerî görevlilerin militarizm hastalığına yenik düşmeleri meşru ve mazur görülmese bile anlaşılabilir ve açıklanabilir bir durumdur. Bunda egemen askerî kültürün ve dünyayı siyah-beyaz, dost-düşman diye sınıflamayı öğreten mesleğin önemli yeri olmalıdır. Peki ya sivillere ne olmaktadır? Onların militarizme teşne olmasını meşru ve mazur gösterme sebepleri ve anlama ve açıklama yolları olabilir mi? Sanırım bu konu üzerinde kafa yormalıyız. Ve bunu sadece gazete yazılarıyla değil, bilimsel araştırma ve incelemelerle ve psikolojik karakter tahlillerinden sosyolojik alan araştırmalarına uzanan bir yelpazede yapmalıyız.
SİVİL MİLİTARİZMİN GERİLETİLMESİ İÇİN…
Sivillerin militaristliğini açıklama yolunda benim aklıma ilk çırpıda iki faktör geliyor. Bunların ilki biçimle ilgili. Biçimle ilgili deyince önemsiz olduğunu sanmayalım, belki özle ilgili olanlardan daha önemli. Bu şu: Sivil militaristler (ve elbette militer militaristler) bir darbenin mümkün olduğuna, sıfır veya katlanılabilir maliyetle başarılabileceğine inanıyorlar. İktisadî bir terimle söylersek, darbeyi işlem maliyeti düşük bir işlem olarak görüyorlar. Bunda çok haksız sayılmazlar, çünkü bu ülke ne darbecileri bir darbe anında silahlı direnişle veya pasif direnişle bozguna uğratabilmiş ne de cuntacıları sonradan yargılayabilmiştir. Bu açıdan dünyanın belki de en başarısız ülkesidir. Bu, darbecileri her zaman teşvik eden bir unsur. İkincisi özle ilgili. Askerleri darbe yapmaya teşvik eden, davet çıkaran siviller, demokratik bir sistemde ve çoğulcu toplum ortamında rakipleriyle siyasî rekabeti ve toplumsal yarışı göze alamıyorlar. Daha da kötüsü, buna ihtiyaç duymuyorlar. Zira, kendi siyasî çizgilerinin ve hayat anlayışlarının tartışmasız en doğrusu olduğuna inanıyorlar. Diğerlerinin kendilerininki lehine tasfiye edilmesini ve en azından bastırılmasını istiyorlar. Bunu bizzat yapamayacakları için de orduyu kendi çizgilerinde tutmaya ve rakiplerine karşı harekete geçmesi için tahrik etmeye çalışıyorlar.
Sivil militaristlerle ilgili bu iki tespit doğruysa, bundan şu sonuç çıkar: Militarizmin sorumluluğunu sadece askerlerin omuzuna yıkmak yanlıştır ve haksızdır. Sorumluluğun önemli bir parçası sivillerdedir. Militarizm geriletilecekse işe sivil militaristleri militarizmden vazgeçmeye ikna ederek başlamak gerekmektedir.
Zaman, 08.01.2010