Ana Sayfa Blog Sayfa 87

Trafikte Yayalara Saygılı Olmayı Başarabilir miyiz?

Diğer ülkelere seyahat eden insanlarımız, doğal olarak, hata belki farkına bile varmadan, kendi ülkeleri ile ziyaret ettikleri ülkeleri karşılaştırırlar. Karşılaştırma alanlarından biri de trafikteki düzen ve özendir. Özellikle de araç sürücülerinin yayalara karşı tavır ve tutumudur.

Lâfı uzatmadan, kestirmeden söylersek Doğu’ya ve Batı’ya gittikçe bu bakımdan karşılaşılan manzara farklılaşır. Doğu’ya gittikçe Türkiye’deki trafik düzeninin çok daha iyi Batı’ya gittikçe Türkiye’deki trafik düzeninin çok daha kötü olduğunu görürüsünüz. Meselâ Mısır’da, Hindistan’da bizdekini mumla aratacak kuralsız, kaotik bir trafik hayatı gözlemlersiniz. Bu ülkelerde neredeyse hiçbir trafik kuralının olmadığını veya varsa da kurallara asla riayet edilmediğini anlarsınız. Bu çerçevede, yayalara hiç saygı gösterilmediğini de. Batı’da ise kurallara sıkı sıkı riayet edildiğini ve önceliğin her zaman yayalarda olduğunu müşahede edersiniz. (Bu konuyu 8 Mayıs 2014 tarihli, “Beygirin kadar konuş!” başlıklı bir yazımda da ele almıştım: https://www.yenisafak.com/yazarlar/atillayayla/kucuk-eyler-ve-hayatimiz-3-beygirin-kadar-konu-52101 ).

Örneğin ABD’de (ve Kanada’da) okul servis otobüsleri öğrenci almak veya indirmek için durduğunda yolun iki tarafındaki trafik de derhal durur. Öğrenciler binene veya inip kaldırıma çıkana kadar bütün araçlar bekler. Kimse sabırsızlanarak kornaya asılmaz, gaza basıp gitmez. Adeta bir görünmez el tüm sürücüleri aynı şekilde davranmaya sevk eder.

Türkiye’de ise, sürücülerin belki de çoğu, trafikte, bırakın yetişkin yayaları, okul çocuklarına bile aldırmaz. Yolu kullanma hakkının ona yeşil ışık yanmadığı zamanlarda bile kendisinde olduğu kesin kanaatiyle hareket eder. Kendisine engel olduğunu düşündüğü kimseleri kornayla, küfürle, el kol hareketleriyle azarlar, taciz eder. Bu durum yayalar tarafından da kanıksanmıştır. Bizde yaygın olan davranış araçların yayalara yol vermesi değil yayaların araçları yola ‘buyur’ etmesidir.

Bazı sürücülerin yetişkinlere karşı davranışı bazen kelimenin tam anlamıyla korkunçtur. Bunlar bilerek veya yanlışlıkla sürücüye yeşil yanarken yola inmiş yayalara karşı bilhassa acımasız ve insafsızdır. Ben kendi tecrübelerimden gayet iyi biliyorum. Sürücü geçiş hakkının kendisinin olduğunu söyleyerek yola devam eder. Hatta bazı ‘manyaklar’ gaza daha da yüklenir. Muhtemel bir kazadan, yayaya çarpma ihtimâlinden bahsedenlere, “ne yapayım, o da yola inmeseydi”, “hak ediyor”, “gününü görsün, dersini alsın, öğrensin” gibi şeyler söyler. İnsana geri dönüşü mümkün olmayan zararların verebileceği ihtimâline aldırmaz. İşin tuhafı yaya olarak kendisinin de aynı duruma düşmesi olasılığı bile davranışını değiştirmez.

Bu iğrenç, korkunç, gayri insanî duruma mahkûm muyuz? Yoksa biz de özendiğimiz ülkelerdeki gibi yayaya saygılı bir trafiğe sahip olabilir miyiz? Önce keşke diyelim. Sonra bunun da zor olduğunu belirtelim. Ama zor olması hedeften vaz geçmemize sebep olmamalı.

Bu çetrefil bir mesele. Çok boyutlu. Sadece kural koymak ve ihlâlleri ağır cezalara bağlamak yetmez. Yetseydi işimiz kolaydı. Sorunun özü sürücü zihniyeti. Sürücülere her hâlükârda yayanın haklı olduğunu, insan hayatının her şeyden önemli olduğunu anlatmak ve de benimsetmek gerekir.

İşte bu yüzden İçişleri Bakanlığı’nın başlattığı “Yaya Öncelikli Trafik” kampanyasını hararetle destekliyorum (https://www.sabah.com.tr/ekonomi/2019/02/06/81-ilde-es-zamanli-oncelik-hayatin-oncelik-yayanin-eylemi-1549450031). Bakanlığı bu hamlesinden dolayı tebrik ediyorum. İlgili ve yetkililerin bu kampanyada ısrarlı ve kararlı olmalarını temenni ediyorum.

Lâmı cimi yok; trafikte yayaya saygı gösterilmeyen bir toplum uygar bir toplum olamaz.

Yeniyüzyıl, 12 Şubat 2019

Piyasa Yemez, Güçlendirir!

Geçtiğimiz günlerde başlığının muhtevasından daha korkunç olduğunu düşündüğüm bir yazı yayınlandı. Ardan Zentürk tarafından kaleme alınan bu yazının başlığı “Piyasa sizi yer Sayın Erdoğan” idi. Karmakarışık olan, ilgisiz şeyler arasında muhayyel bağlar kuran yazı bazı önyargılar yanında piyasanın ne olduğu hakkındaki bilgisizliği ve bilgisiz kalma azim ve iştahını da olanca çıplaklığıyla yansıtmaktaydı (https://www.star.com.tr/yazar/sayin-erdogan-bu-piyasa-sizi-yer-yazi-1431272/).

Yazıda elbette konunun epeyce karikatürize edilmesi söz konusu. İlgi çekme arzusuyla çarpıcı (aslında tuhaf) bir başlık atılmış. Fakat gerek adı geçen yazarın gerekse benzer yazılar kalem alan başka yazarların sözlerinden piyasa ekonomisinin ne olduğu ve nasıl işlediği hakkında yeterince bilgi sahibi olmadıkları anlaşılıyor. Savunanı olmadığı ve şahıslarda somutlaştırılamadığı için piyasa ekonomisi sistemine sallamak cazip ve risksiz. Vur abalıya hâli…

Bu durumdaki kimseler çoğu zaman antropomorfik bir lisan kullanarak, piyasayı adeta tek başına karar alan, yiyen, içen ve konuşan bir insana benzetiyorlar. Oysa piyasa bir özne değil, bir süreç, bir vasat, bir akış. Piyasa diye özgül bir özne yok. Piyasa aktörleri ve onların davranışları var. Genelde milyarlarca ekonomik aktör (bireyler ve birey birlikleri – firmalar) özelde ise her sektörde yer alan milyonlarca aktör ve onların trilyonlarca işleminin akış hâlinde olduğu vasata piyasa diyoruz.

Piyasa birilerinin kaprislerinin, vehimlerinin ve kötü niyetlerinin sonucu olarak doğmadı. Mümkün olsaydı insanlar piyasa yerine şartlarını tamamen kendilerinin belirleyeceği ve kendilerine en fazla avantaj sağlayacağını düşündükleri bir sabiteler düzeni tesis etmek isterlerdi. Ancak, hayatın ve dünyanın tabiatı buna izin vermez. Dolayısıyla, piyasa somut bir iradenin ürünü olarak değil insan tabiatının, insanın yaşama şartlarının, dünyanın insana sunduklarının ve sun(a)madıklarının bir sonucu olarak doğar. İşte bu anlamda piyasa bir ‘sosyal doğal’dır. Sadece ‘doğal’ demiyorum, çünkü doğal daha ziyade irade sahibi olmayan nesneler arasındaki ilişkilere işaret eder. Oysa piyasa verili, değiştirilemez şartlar altında yaşayan irade sahibi insanların karşılıklı etkileşiminden hâsıl olur. Bu yüzden, biraz zorlama bir kavramla ve belki terminolojiye bir katkı olur umuduyla, piyasanın ‘sosyal doğal’ olduğunu söylüyorum.

Piyasa ilk insanlardan beridir var. İnsanlar yaşadıkça da var olacak. Piyasayı ortadan kaldırma teşebbüsleri insanlara ağır maliyetler çıkararak eninde sonunda hüsrana uğramaya mahkûm. Sovyetler Birliği bu istikamette yaşanan en büyük tecrübeydi. Sonuç tam bir rezillik oldu. Piyasa insanların yaşamak için mecbur ve muhtaç olduğu bir olgu. Bu yüzden, piyasaya ile savaşmak Don Kişot’un yel değirmenleri ile savaşmasına benzer.

Modern insan piyasanın ne olduğunu anlamakta zorluk çekiyor. Çünkü piyasayı aklının sınırlı kapasitesiyle izah edemiyor. Hayek’in dediği gibi, eğer piyasa ekonomisi sistemi zaten var ve yaşıyor olmasaydı, insanların böyle bir sistemin mümkün olabileceğini akıl etmesi ve tüm kurum ve kurallarıyla onu tasarlaması imkânsızdı.

Piyasa ekonomisinin ne olduğunu/nasıl işlediğini anlayamamak insanları bir otoriteyi -yani devleti- piyasanın yerine koyma çabasına itiyor. Devlet otoritesini kullanalar da çoğu zaman bunun mümkün ve kendi kudret sınırları içinde olduğunu sanıyor ve idarî, siyasî ve hukukî düzenlemelerle piyasayı elimine etmeye veya zapturapt altına almaya çalışıyor. Şaşmaz biçimde bu teşebbüsler durumun daha kötüye gitmesine yol açıyor. Kötü gidişatın sebeplerini kavrayamayan kamu otoriteleri aynı durumda olan kitlelerin daha fazla devlet müdahalesi yapılması talepleriyle karşılaşıyor. Böylece piyasaya gereksiz ve kesinlikle işe yaramayacak müdahaleler artmaya meylediyor. Sonunda ortaya felaket çıkıyor. Bunun en yakın örneği, dış müdahalelerin tesirlerini bir tarafa bırakırsak, Venezuela. Bu güzel ülke devletin piyasayı engelleyen ekonomi politikalarıyla üzücü, dehşet verici bir fakirlik ve sefalet içine düştü.

Türkiye’de maalesef piyasayı bastırma, budama arayışları, eğilimleri artıyor. Belki de yaklaşan seçimler iktidarı oy kaybetmeme endişesiyle piyasayı çarpıtacak politikalar izlemeye itiyor. Muhalefetten de ekonomik devletçiliğe taş döşeyen bu adımlara bir itiraz gelmiyor. Hatta muhalefet daha fazla devletçi olunmasını istiyor.

Kamu otoritelerinin piyasa ekonomisi hakkında çelişik sözleri var. Bir taraftan piyasa ekonomisinin ve piyasa ekonomisi kurallarına bağlı kalmanın öneminden ve değerinden söz ediyor ve piyasa ekonomisi dışına çıkılmayacağını vaat ediyorlar, diğer taraftan piyasaya gereksiz müdahale anlamına gelecek açıklamalar yapıyorlar veya adımlar atıyorlar-atmaya hazırlanıyorlar. Son olarak Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak “Piyasa ile kavga etmeyiz ama anahtarı da piyasaya vermeyiz. Bazı uyanık oyuncular şikâyet edebilir ama biz yolumuza devam edeceğiz. Tek taraflı kazanç olursa külahları değişiriz” dedi. Ben politikacıların bu tür sözleri iyi niyetle söylediğinden eminim. Ancak, iyi niyet yanlış yolda ilerlenmesine engel olmaya yetmeyebiliyor. Bu çerçevede, sebze–meyve fiyatlarını düşürme amacıyla şehirlerde kamuya ait tanzim satış merkezleri kurulmasının parlak bir fikir olduğunu düşünmüyorum ve işe yarayacağını sanmıyorum. Hatta fayda sağlamaktan çok zarar vereceğine kaniyim. Bu konuyu ayrıca ele almaya çalışacağım.

Piyasaları bozacak, çarpıtacak, hatta boğacak bu tür hatalar neden yapılıyor? İlk neden, yukarda da ifade etmeye çalıştığım üzere,  piyasa ekonomisinin ne olduğu ve nasıl işlediği hakkında yeterli teorik bilgiye ve gözlem gücüne sahip olmamak. İkincisi acelecilik. Ekonomik problemler bir anda ortaya çıkmadığı gibi ve bir anda ortadan kalkmaz da. Piyasalar krizle yaşayamaz ve onları eninde sonunda çözer. Üçüncüsü piyasanın akışına müdahalelerin hiç menfi sonuçlarının olmayacağını sanmak (niyetlenmemiş sonuçlar teorisinden habersizlik). Bırakın uygulamaları, kamu otoritelerinin piyasa karşıtı sözleri bile piyasa aktörlerini ve onların davranışları aracılığıyla piyasaları (menfi) etkiler. Dördüncüsü sorunsuz, hiç kriz yaşanmayacak bir ekonomik hayatın mümkün olduğunun sanılması. Bu da hayal. Hayat sorunlara doludur. Sorunlar zamanla çözülür ve aynı zamanda bazı durumlarda hayata dinamizm kazandırır, toplumsal yenilenmeye, ilerlemeye zemin hazırlar. Ekonomik hayat da böyledir.

Yazar korkmasın, piyasa kimseyi yemez. Piyasa herkese yaşama imkânı sunar. Piyasa onun değerini anlayan sade insanların, üretici ve tüketicilerin, girişimcilerin ve politikacıların da en büyük yardımcısıdır. Piyasaya karşı savaş açanlar ise eninde sonunda yenilmeye mahkûmdur. Yenilgi sadece ilgili kişiye zarar verdiği sürece çok büyük sorunlara yol açmaz; piyasa şartlarının zıddına hareket eden işletmelerin batması durumunda olduğu gibi. Ama piyasa karşıtı ekonomi politikaları tüm topluma zarar verir. Hâlis niyet bu gerçeği değiştiremez.

Şimdi piyasalara daha fazla müdahale etme zamanı değil tam da piyasaları daha serbest bırakma zamanı!

Yeniyüzyıl, 9 Şubat 2019

Yetimliğin Yaşı Yok

64858c4c-f303-432d-88a4-35e25560acbe

Babam 1931 doğumluydu. O dönemin uzaktaki bir köyde doğan çocuklarının büyük kısmı gibi mektep yüzü görmemişti. Okuması yazması yoktu. Manisa’da yaptığı iki yıl askerlikten miras kalan bir iki kelime dışında Türkçe de bilmezdi. Bütün bir ömrünü Kürtçe yaşadı.

Hayat hikâyesi çok tanıdık, çok sıradan… Evlenen kardeşler, büyüyen aile, yetmeyen toprak ve zorunlu bir köyden kente göç hikâyesi. Şehrin yolunu tutan her aile gibi Diyarbekir’in yoksul mahallelerinden birine yerleşme ve ardından çetin bir yaşam mücadelesi.

İki şeyden anlardı babam; topraktan ve hayvandan. Toprak eski göz ağrısıydı. Bazen bir vesile ile yolumuz köye düştüğünde gözleri parlardı. Ekinlere şefkatle bakar; geçmiş günlerde o güzelim toprağı nasıl işlediklerini bir çocuk heyecanıyla anlatırdı. Şehirde toprak ile bağı kesildi. O da yapabileceği tek işi yaptı ve hayvancılık ile uğraştı.

“Evdo yê çav bi kil”

Bizim buralarda hayvan alım-satımı ile uğraşanlara “cambaz” derler. Babam Diyarbekir’in bilinen cambazlarından biriydi. Ona “Evdo yê çav bi kil” derlerdi: “Gözü sürmeli Abdullah” ya da “sürme gözlü Abdullah.”

Daha gençken, muhtemelen mavi gözlerini daha parlak kılmak için çektiği sürme, sonrasında onun vazgeçemediği bir alışkanlığı olmuştu. Sorduğumuzda, sürme çekmediğinde gözlerinin kızardığını, kaşındığını ve sulandığını söylerdi. Bir zorunluluktu yani. Lâkin çocukken genellikle öğle vakitlerinde tanık olduğum sürme çekme seanslarında, onun gözlerinde bir mecburiyetten ziyade bir keyif görürdüm. Hayvan pazarından gelir, yemeğini yer, namazını kılar ve özenle aldığı sürmeleri huşu içinde gözüne çekerdi. Ardından çarşıya çıkar ve lâkabını hakkıyla taşırdı.

Çok sade bir hayatı vardı babamın. Siyasetle ve derin meselelerle alâkadar değildi. Duygusal bir insandı. Memlekette veya dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelen üzücü bir haberi duyduğunda içten hüzünlenir, yürekten bir “ah” çekerdi. Fakat bunların nasıl çözülebileceğine dair bir fikri yoktu. O işlerle ilgilenen birileri mutlak vardı ve evelallah bir çözüm bulunurdu.

Hayatın gayesi

Onun tek bir gayesi vardı vardı; ekmeğini helâl yoldan kazanmak ve evlatlarını doğru bir şekilde yetiştirmek. Bütün derdi tasası buydu. İşine gücüne bir hile bulaşmasındı. Çocuklarının boğazından haram lokma geçmesindi. Evlâtları ele güne muhtaç olmasındı. Kötü yoldan uzak dursundu. Kul hakkına girmesindi. Kimsenin malına göz dikmesindi. Başkasının hukukuna riayet etsindi. Harama el uzatmasındı. Adlarına leke düşmesindi. Herkese elden geldiğince yardım etsinlerdi. Kimseye bir kötülükleri dokunmasındı… Ömrünün tamamını buna adadı.

Geleneksel bir Müslümandı. Cemaatlerle, tarikatlarla bir ilişkisi olmadı hiç. Geçen yıl beyin kanaması geçirip yatağa bağımlı hale gelinceye kadar, bütün vakit namazlarını hep camide kılmak, onun için tartışılmaz, tartışılması teklif edilemez bir kuraldı. Son yıllarında ağırlaşan hastalıklarından ötürü kışın soğukta, yazın sıcakta camiye gidip gelmek epey güçleşmişti. Yolda düşüp kalır, başına bir şey gelir diye endişeleniyorduk.

Birkaç kez onun da tanıdığı ve sözlerine kulak vereceğini tahmin ettiğim hocalardan nakil getirip, namazını evde kılması için ikna etmeye çalıştım. Her seferinde sükûnetle dinledi ve tek bir cümleyle konuyu kapattı: “Tû li karê xwu mêzeki! (Sen kendi işine bak!)Camiye gitmek ve cemaatle hasbıhal etmek onu yaşama bağlayan en mühim bağdı; gücünün yettiği son güne kadar tüm zahmetlere rağmen o bağı muhafaza etti.

Saf bir dindardı. Çocuklarının da namazında niyazında olmasını çok isterdi.  Bunun için telkinde de bulunurdu ama bunu hiçbir zaman bir dayatmaya dönüştürmezdi. Çevreden eleştiri alırdı, hatâlı davrandığı ve çocukları başıboş bıraktığı söylenirdi. Ona göre ise çocukları zorlamak doğru değildi, onlar gün gelecek kendi doğrularını kendileri bulacaktı. Gerçekten de öyle oldu. Üç ağabeyimin de bıçkın ve asi tarafları vardı; zaman onları törpüledi ve babamın düşünü kurduğu kıvama getirdi.

İktidar ve otorite

Sadece dinde değil, diğer meselelerde de hoşgörülü ve yumuşaktı. Şimdi hafızamı zorluyorum da, bütün kardeşler anamızdan çok sopa yedik. Babamız ise bize bir fiske bile vurmadı. Bize kızardı elbette, bazen sinirlerini tel tel ettiğimiz de olurdu. Bu durumda dahi bize birkaç ağır lâf eder ve sonra sırtını dönüp giderdi. Ve o hareket, bize verilecek en ağır ceza olurdu. “Keşke birkaç tokat atsa da bunu yapmasa” diye neler vermezdik, ama o bir kere bile elini bize kaldırmadı.

Bizim evde iktidarı anam temsil ederdi. Babam ise bir otoriteydi. Kendiliğinden oluşan bir yapıydı bu. İktidar, varlığını sürdürmek için bazen zora müracaat etmekten kaçınmazdı. Fakat otoritenin meşruiyeti o kadar güçlüydü ki onun zorla işi olmazdı. Babamın bize bir şey söylemesine ihtiyacı yoktu. Onun sınırlarını iyi bilirdik. Onu üzmemek ve onun karşısında utançla boyun eğmemek için bu sınırlara mümkün mertebe riayet ederdik.

Yumuşak huyluydu, ama bir mevzuda doğru bellediğinden asla geri durmazdı. Meselâ okuyamamıştı, ama okumanın iyi bir şey olduğunu düşünüyordu. Ailede kız çocuğunu okula ilk gönderen o oldu. Keza evliliğin bir “zor işi” değil bir “gönül işi” olduğuna inanıyordu. Bunun için, ailesi ve kardeşlerini karşısına alma pahasına, kızının geleneğin emrettiği kişi ile değil istediği kişi ile evlenmesini sağlayan da o oldu.

Şimdinin gençlerinin ve çocuklarının bunların ne kadar değerli olduğunu anlamalarının zor olduğunu biliyorum. Fakat o günün şartlarında bunlar “devrimci” bir çıkıştı. Kopan fırtınalar onu yolundan döndürmedi. Başını alıp giden rivayetler ona zerre kadar tâviz verdirmedi. Ablamın arkasında dağ gibi durdu. Onun açtığı yoldan ailenin diğer kızları ilerledi.

Bol kepçeden sevgi

Döneminin diğer insanları gibi, sevgisini göstermekte pek mahir değildi. Evlâtlarını çok sevdiğinden ve onlar için gözünü budaktan sakınmayacağından adımız gibi emindik. Gel gör ki, bunu bize göstermezdi. Hep bir mesafe vardı aramızda. Büyüklerinden öyle görmüş, öyle devam ettirmişti. Ama torunlarının olmasıyla birlikte o mesafeli adamın yerini bambaşka biri aldı. Sevginin gösterimi mevzuunda bize nekesken torunlarına çok cömert davrandı. Kimbilir, belk, bize göstermekten imtina ettiği sevgiyi torunlarına bol kepçeden sunmasının nedeni, arayı kapama hevesiydi.

Çok şükür uzun bir ömrü oldu babamın. Son üç dört yıla kadar da sağlıktan yana büyük bir sorunu olmadı. Ömrünün son deminde yaşadığı rahatsızlıkları da hep metanetle karşıladı, hep şükretti. Ve bir Cuma sabahı karısının, kardeşlerinin, çocuklarının, torunlarının ve akrabalarının arasında huzur içinde vefat etti.

Bir süredir dûçar olduğu hastalıklar bizi ister istemez kaçınılmaz sonu düşünmeye sevk ediyordu. Kendimce zihni bir hazırlık içindeydim. Ancak ölümün soğuk çanı gelip kapıyı çaldığında, aslında ölüme hazırlık diye bir şeyin olmadığını çok daha iyi anladım.

Yolun yarısını aşsanız da, torun torbaya karışsanız da insanın babası bir kere ölüyor, insan gerçekten kör oluyor. Boğazı düğümleniyor insanın, bir kaya gelip göğsünün üzerine yerleşiyor.

Ve nefes alamadığı o anda insan yetimliğin bir yaşının olmadığını yüreği kanayarak kavrıyor.

Allah bütün ölmüşlere rahmet eylesin ve bütün yetimlere de yardımcı olsun.

Serbestiyet, 08.02.2019

İş Bankası Devletleştirilmeli mi?

Cumhurbaşkanı Erdoğan AK Parti’nin grup toplantısında İş Bankası’ndaki Atatürk hisselerinin Hazine’ye geçeceğini söyledi. “Bu İş Bankası Hazine’nin malı olacaktır” dedi. Bu sözler geçen yıl Eylül-Ekim aylarında da gündeme gelen ve sonra sönen tartışmaları tekrar alevlendirdi.

Konunun ilki boyutu var: İş Bankası’ndaki Atatürk hisselerinin Hazine’ye devri ve Banka’nın tümüyle devletleştirilmesi.

Finans sektörümüzün öncü kuruluşlarından İş Bankası’ndaki Atatürk hisseleri meselesi çok tartışmalı. Her tezin zayıf ve güçlü yanları olduğu görülüyor. Hiçbir taraf tamamıyla haklı veya tamamıyla haksız değil. Her görüş dinlenmeyi ve cevaplandırılmayı hak ediyor.

Hisselerin Hazine’ye aktarılmasına karşı çıkanlar bunun mülkiyet hakkının gasp edilmesi ve vakıf senedinin çiğnenmesi yoluyla hukukun ihlâl edilmesi anlamına geleceğini söylüyor. Bu görüşlerin bütünüyle yanlış olduğu ve dikkate alınmaya değmediği söylenemez. Ancak, tam manasıyla doğru oldukları da, aşağıda belirteceğim gerekçeler yüzünden, şüpheli.

Türkiye’de daha önce de vakıf senetleriyle oynandı. Bunların bazılarını şimdi hisse devrinin mülkiyet ve hukuk ihlâli olacağını öne süren çevrelerle aynı bakışa sahip önceki nesiller gerçekleştirdi. Ne var ki, Cumhuriyet tarihine bakılınca Osmanlı Devleti döneminden kalan vakfiyeler üzerinde hem tek parti yönetimi hem demokrasi döneminde çeşitli işlemler yapıldığı görülüyor.

Özel mülkiyet argümanı ise birden çok sebeple zayıf.  İlki Atatürk’ün gerçek şahıs mirasçılarının olmaması. İkincisi ise bu hisselerin gerçekten Atatürk’ün özel mülkiyeti olup olmadığı.  Atatürk ardında bir çocuk bırakmadı. Bu yüzden, vefatının ardından mal varlığı kamuya geçecekti. O kendi iradesiyle bunu yaptı. Atatürk bir iş adamı değildi. Hayatının büyük bölümünü memur olarak yaşadı. Teorik olarak, aldığı maaş ile yaşayan bir devlet adamıydı. Maaşından yaptığı tasarruflarla veya çok kârlı girişimleriyle bu hisselerin de içinde bulunduğu büyük servet kazanılmadı. Atatürk, bir anlamda, Hindistan’dan Millî Mücadele için gönderilen paranın kullanılmayan kısmının toplum adına emanetçisi oldu. Dolayısıyla, Atatürk’ün servetinin parçası olan İş Bankası hisseleri de özünde millete aitti. Atatürk vefat etmeden önce onları CHP’ye bağışladı ama o zaman CHP tek parti rejiminin yegâne partisiydi ve ona bağış yapmak devlete bağış yapmak anlamına gelmekteydi. Nitekim Atatürk’ün tüm toplumun ortak bir değeri, herkesin “atası” olduğu fikri de bunu doğruluyor. Bu yüzden, Atatürk hisselerinin Hazineye devri tartışılabilir.

Erdoğan’ın sözlerinin “İş Bankası Hazine’nin malı olacaktır” kısmının da ayrıca ele alınması ve değerlendirilmesi gerekiyor. Gerçi sonraki açıklamalar kastedilenin devletleştirme değil hisselerin devri olduğunu gösterdi ama hazır konu açılmışken bankanın devletleştirilmesi farazî ihtimâli üzerine de birkaç şey söylemek uygun olur.

İş Bankası’ndaki Atatürk hisselerinin oranı %28,09. Banka’nın 40,12’lik payı İş Bankası Munzam Sandık Vakfı’na ait. Halka açık pay ise yüzde 31,79. Dolayısıyla, Atatürk hisselerinin Hazine’ye geçmesi Banka’nın devletin olması anlamına değil devletin bankanın ortakları arasına girmesi anlamına geliyor. Banka’nın devlete ait olması için tamamen devletleştirilmesi gerekir. Bu hukuken mümkün ve devletçi görüştekilerce iktisaden savunulabilir. Elbette böyle bir düşünceye-icraata karşı d acıkılabilir. Ben karşı çıkanlar tarafında yer alırım.

Kamu bankalarının gerekli olduğunu düşünmüyorum. Hatta mevcut kamu bankalarının özelleştirilmelerinin, çeşitli nedenlerle,  daha yerinde olacağına kaniyim. Kamu bankalarının olması gerekliyse bile zaten Vakıfbank, Halk Bank ve Ziraat Bankası var. Bir yeni kamu bankasının ortaya çıkartılması fazla fayda sağlamaz. Tersine, muhtemelen, sektöre zarar verir. Öbür taraftan, devlet zaten finans sektörünün tam göbeğinde. Bankalar “başına buyruk” bırakılmıyor. Bankacılık sektörü çok sıkı şekilde kamu gözetiminde. Bankacılık faaliyetleri hem lisanslamaya bağlı hem de ağır regülasyon rejimi altında yürütülebiliyor. Tüm bankalar Hazine’nin, MB, BDDK ve TMSF’nin denetimi altında.

İş Bankası’nın -veya başka özel bankaların- devletleştirilmesi devletleştirmenin genel mahzurlarını yaratır. En kötüsü, özel mülkiyet alanını daraltır. Böylece, özel mülkiyetin yarattığı müşevvikleri ortadan kaldırarak, ekonomik gelişmenin ardında yatan toplumsal müşevvik stokumuzu daraltır. Bunun sonucu kaçınılmaz olarak serbest girişimciliğin ve rasyonel işletmeciliğin gerilemesidir. Bu da topluma ekonomik bakımdan fakirleşme veya olabileceği kadar gelişememe şeklinde bir fatura çıkartır.

Bankacılık-finans çok hayatî bir sektör. Sağlam bir finans sistemine sahip olmayan bir ülke sağlam bir ekonomiye de sahip olamaz. İş Bankası bankacılık sektörünün büyüklerinden. Çoğu alanda öncü oldu, özel sektöre büyük destek sağladı.  İş Bankası yönetimi son yıllarda yaşanan zor günlerde de hep doğru yerde durdu. Meşruiyeti ön planda tuttu ve topluma moral aşılayacak ve tedbir almak isteyen kamu makamlarının elini rahatlatacak mesajlar verdi, adımlar attı.

Son yıllarda her fırsatta ve her vesileyle toplumsal hayatta usul kurallarının önemine dikkat çekmekteyim. Daha önceleri sadece soyut ilkelerin doğruluğu üzerinde durur ve bu tür ilkelerin hiçbir sorun yaşanmadan hayata aktarılabileceğini zannederdim. Öyle değil. Hayat düz bir çizgide ve sorunsuz ilerlemiyor. İyinin içinde “kötü”, kötünün içinde “iyi” parçaları olabiliyor. “Yanlış” adamlar doğru “doğru” adamlar yanlış şeyler yapabiliyor. Bu yüzden, usul kurallarına çok önem vermemiz gerekir. İş Bankası hakkındaki tartışmaların ve yapılacakların da usulüne göre yapılması şart.  Bu çerçevede, bu tartışmanın tansiyonu yükseltmeden, siyasî kavgalara malzeme yapılmadan ve de kuruma zarar vermeden yapılmalı. Atatürk isminin yıpratılmaması da millete ait bir ekonomik varlığın zarar görmemesi de ilk gözetilmesi gereken şey olmalı. Daha önce de yazdığım üzere, benim önerim bu konu hakkında ilgili her kesimin temsil edileceği bir komisyon kurarak sessiz sedasız çalışmak ve belli bir mutabakata varınca meseleyi siyasete taşımak.

Geniş perspektiften ve uzun vadeli bakıldığında/düşünüldüğünde, İş Bankası tüm toplumun. Bankaların-finans kuruluşlarının sağlam ve güçlü olması Türkiye’nin her bakımdan daha iyi olmasına katkı sağlar. Onların zafiyete uğraması, doğrudan doğruya farkına varılması çoğu insan için zor olsa da, hepimizin bir şekilde zarar görmesine yol açar.

İş Bankası’ndaki Atatürk hisseleri meselesini kendi ayağımıza kurşun sıkmaya dönüştürmemeliyiz.

Yeniyüzyıl, 7 Şubat 2019

Bozkır Töresi ve Tunç Soyer!

Son günlerde CHP’nin İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı adayı Tunç Soyer üzerinden estirilen fırtına oldukça ilginç, ilginç çünkü geçmişte Türkiye’nin ikinci sınıf vatandaşlarının (tabii ki ülkemizde ikinci sınıf vatandaşlık konjonktüre göre sık sık değişebildiği için herkes bir dönem bu seviyeye terfi edebilmektedir) bırakın suç işleyen babaların oğullarını asıl suç sahipleri bakan, milletvekili, belediye başkanı vb. pek çok önemli mevkilere getirilirken yaptıkları itirazlar doğru düzgün gündem dahi olmadan unutulup gitmişti.

Bağıranlar bağırdıkları ile kalmış inisiyatif sahibi siyasilerde oralı dahi olmamış adeta o kimselere madalya takar gibi önemli mevkiler vermişlerdi.

Şimdi burada suç yarıştırıp olay ve kişi sıralamak istemiyorum; bu ülkede sağdan sola soldan sağa hemen her kesimden bu tür suç işleyenler kendi mahfillerince çok kez taltif edildi.

***

Yıllar önce birlikte çalıştığım, Demirel’in altı ayda öğretmen yaptığı ve onu da beceremediği için –bu bizzat kendi itirafıydı- idareci olmuş ama onu da eline yüzüne bulaştırmış bir müdürümüz vardı. O denli vasıfsızdı ki şube müdürlüğüne kadar çıkabilmişti. Tek meziyeti altında çalışanlara eziyet etmek olan bu muhteremin hayatında övündüğü tek manidar eylem neydi biliyor musunuz? 12 Eylül öncesi DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) Genel Merkezine yapılan baskına katılmış olmak.

Ne vakit sıkışsa ya da birileri ne oluyor diye itiraz etse “Ben DİSK’i basan adamın. Siz kim oluyorsunuz!” diye meydan okurdu.

Şu an tartışılan durum maalesef siyasette geldiğimiz noktanın birleştirmek değil ayrıştırmak üzerine kurulduğunu gösteriyor hepimize.

Kimse kusura bakmasın ama bu tavır olsa olsa bozkır-bedevi tavrıdır.

Bozkır töresinde suçun şahsiliği ilkesi yaşam koşullarının zorluğu ve çetrefilliği nedeniyle yerleş(e)memiştir.

Hukuk, göçebelikten köylülüğe oradan da şehre doğru bir gelişim çizgisi gösterir. Bozkır köyle, köy de şehirle kolay kolay anlaşamaz; çünkü, birinin diğerine göre daha karmaşık ilişkiler ağı vardır.

Bozkır kabilelerindeki her bir birey büyük bir makinenin dişlileri gibi uyumlu hareket etmek zorundadır. Bir bireyin ahengi bozacak her hangi bir hareketi-sorumsuzluğu çok önemli sonuçlar doğurabileceği için dikkatle takip edilir. Birey kendini topluluk içinde eritmek zorundadır.

Bu nedenle de her bir aşiret-boy-klan kendi üyelerinin her hareketinden sorumludur, birey şahsi olarak çok fazla bir değer ifade etmez. Şahsiyet ön planda olamadığı için başarı da başarısızlık da mensup olduğu aileyi, aşiret-boy-klanı da içine alır.

Arapların aşiretleri ile övünmeleri ve onların övünmesi için mücadele etmeleri de aynı mantıksal düzleme oturur.

Suç boy-aşiret-klan içinde yaşanmış ise suçun cezası sadece suçlu tarafından değil ailesince de yüklenilmek zorundadır ve cezada ona göre verilir.

Suç başka bir boy-aşiret-klana karşı işlenmişse tüm grup bu suçun ortağı olarak algılanır, kimse bizi ilgilendirmez diyemez.

***

Başıboş ve kural tanımaz bir bireyin sorumsuzca bir tavrının Asya Bozkırlarından Arap çöllerine pek çok göçebe kabile arasında sonu katliamlara kadar varan korkunç çatışmalarla sonuçlandığını tarih bize defalarca aktarmaktadır.

Bozkırın ya da çölün kuralları elbette ki keyfi değildir ama çok da komplike değildir. Fazla karmaşık olmayan bir ilişkiler ağını yönetmek üzere tasarlanmıştır.

Medine’de-Şehir’de ise kurallar bozkıra-çöle göre daha sofistike olmak zorundadır çünkü ilişkiler ağı çok daha karışık ve çok daha yönlüdür. Ve gruptan ziyade birey daha önemli bir konumdadır. Aile bağları kadar ve hatta daha fazla sosyal roller ön plandadır ve ceza-ödül bireyselleşmiştir.

İslam’ın doğuş serüveni bile bize bu karmaşıklığı göstermektedir. Hz. Muhammed en çok bu kabile anlayışı-asabiyet ile mücadele etmiştir. Kuran’ın bazı yönlerden Bedeviliği mahkum etmesinin sebebi de biraz budur.

Bugünkü tartışma bizlere ülkemizin hâlâ medeni-şehirli bir hukuk nosyonuna yeterince ulaşamadığını gösteriyor. Hepimiz kötü tüccar gibi kara kaplı defterlerimizle geziyor ve ne zaman kafamızı kızdıran bir durum olsa bu defterin sayfalarını karıştırıyoruz.

Halbuki bu ülkede kimsenin eli kimseyi suçlayacak kadar çok da temiz değil. En fazla diğerlerine göre biraz daha az kirli olabilir…

Karar, 6 Şubat 2019

“Demokrasiler Nasıl Ölür?”

Steven Levitsky ve Daniel Ziblatt tarafından yazılan Demokrasiler Nasıl Ölür? adlı kitabın Türkçesi yayınlandı (Çev. Derya Dinç, Salon Yayınları, 2018). ABD’de en çok satanlar arasına giren bu kitapta ilginç fikirler ve bilgiler ve Batılı yazarlarda sık karşılaşılan eksiklikler ve ön yargılar bulmak mümkün.

Önce çeviriyle ilgili bir-iki noktaya işaret edeyim. Sanırım hızlı bir çeviri yapılmış ve tahmin ettiğim kadarıyla çevirmen siyasî terminolojiye yabancı. Bu yüzden çeviride bazı kavram hataları var. En vahimi “iktidar” olarak çevrilmesi gereken “power”ın “güç” olarak çevrilmesi ve bununla ilintili diğer yanlışlar. Umarım, eğer yapılırsa, ikinci baskıda bu hatalar düzeltilir.

Kitabın teorik çerçevesi fena sayılmaz, ihtiyatlı olmak şartıyla demokrasilerin çökmesini açıklamada yardımcı olabilir. Yazarlar diktatoryal davranışın anahtar göstergelerini dört grupta topluyor. Birinci grupta, “oyunun demokratik kurallarını reddetmek ya da onlara gösterilen bağlılığın zayıflığı” ile ilgili hususlar yer alıyor. Bu gruba anayasanın reddi, seçimleri iptal etme, temel sivil ve siyasî hakları kısıtlama, darbeler, meşru seçimlerin meşruluğunu inkâr etme gibi şeyler giriyor. İkinci gruptaki göstergeler “siyasi rakiplerini reddetmek” ile alâkalı. Burada rakiplerin yıkıcı veya anayasal düzene karşı çıkıyor olarak tanımlanması, rakiplerin ulusal güvenlik ya da genel hayat tarzı için tehdit olduğunun öne sürülmesi, rakiplerin kanıtsız olarak kanuna karşı çıkabilecekleri iddiasıyla kriminalize edilerek siyasetten men edilmek istenmesi, rakiplerin kanıtsız olarak yabancı devletlerle iş birliği yaptığının öne sürülmesine benzer noktalar sayılıyor. “Şiddeti görmezden gelmek ya desteklemek” başlığı altındaki üçüncü grupta kanun dışı şiddet kullanan silahlı gruplarla iş birliği, rakiplere yapılan ve şiddet ihtiva eden saldırıların teşvik edilmesi, kınanmak yerine açık veya örtülü onanması, desteklenmesi, geçmişte ülkede veya başka bir yerde yaşanmış önemli şiddet olaylarının kınanmaması bulunuyor. “Medya dâhil muhalefetin sivil özgürlüklerini kısıtlamaya hazır olmak” başlıklı dördüncü gruba ise hükümeti protesto etmenin kısıtlanması, sivil ve siyasî organizasyonların oluşumunun engellenmesi, eleştirenlerin ister basın ister sivil çevreler olsun, cezalandırılmakla tehdit edilmesi, geçmişte ülkede veya başka yerlerde gerçekleştirilmiş olan bu tür uygulamaları kınamaktan kaçınılması yer alıyor.

Kitapta işaret edildiği gibi, demokrasileri öldürecek adımlar her zaman dışardan gelmiyor, içerden de gelebiliyor. Yani başta seçim olmak üzere, demokratik kurumlar ve süreçler de demokrasiyi öldürecek şekilde kullanılabiliyor. Kitap zaten demokrasiyi öldüren-ölme tehlikesiyle muhatap eden seçilmiş veya seçilmekte olan kişilerle ve onların yaptıkları ve muhtemelen yapacaklarıyla meşgul oluyor. ABD kitabın ilgi alanının dışında tutulmamış, aksine, merkezine alınmış. Başka bir deyişle dünyanın en eski modern demokrasisi de içten gelebilecek yıkıcı dalgalardan masun değil. Kitap meşhur dolar milyarderi, Ford Otomobil Firması’nın kurucusu Henry Ford dâhil ABD tarihinde seçimle iktidara gelmek isteyen ama genel fikir yapısı, geleceğine işaret eden geçmişi demokrasinin yıkımına sebep olabileceğini gösteren insanların hikâyelerinden bahsediyor. ABD’de Nazilere sempati duyan çevreleri ve isimleri de nispeten ayrıntılı diyebileceğimiz şekilde ele alıyor, mercek altına yatırıyor.

Yazarlar demokrasinin yaşaması için potansiyel diktatörleri iktidardan uzak tutmak gerektiğini belirtiyor. Ancak, bunu yapmanın söylemekten çok daha zor olduğunun farkındalar. Tedbir olarak partilerin ya da adayların engellenmesi gibi zaten demokrasiye zarar verecek uygulamalara gitmek yerine, “demokrasinin kapı bekçileri” olarak gördükleri siyasî partilere tehlikeli şahısları filtreleme görevini veriyorlar. Partiler bunu dört yolla gerçekleştirebilir. İlk olarak, diktatör olabilecek kişileri seçim zamanlarında partilerinin aday listelerinden uzak tutabilirler. Yani radikal kişileri kazandırabilecekleri ilave oylar hatırına bir şekilde aday yapmanın cazibesine karşı koyabilirler. İkinci olarak, içlerindeki radikalleri tasfiye edebilirler. Bunun için gerekirse parti dallarını (gençlik kolu vs.) ilga edebilirler, bazı üyelerini üyelikten atabilirler. Üçüncü olarak demokrasiye karşı olan partiler ya da adaylar ile ister seçim kazanmak ister hükümet kurmak için olsun, ittifak kurmaktan kaçınabilirler.  Dördüncüsü, radikalleri meşrulaştırmak yerine sistematik bir şekilde tecrit edebilirler.

Levitsky ve Ziblatt İtalyan faşizmi, Alman nasyonal sosyalizmi gibi tarihî örnekler yanında, Şili, Peru, Venezuela gibi ülkelerden de bilgi aktarıyor ve onlar haklarında yorumlar yapıyor. Türkiye de zaman zaman ele aldıkları ülkeler arasında. ABD söz konusu olduğunda ise Trump’ı demokrasiyi içten yıkabilecek bir figür olarak konumlandırıyorlar.

Bence kitabın en mühim işlevlerinden biri siyasî partilerin önemine işaret etmesi. Yazarlar partileri “demokrasinin kapı bekçileri” olarak görüyorlar. Çok isabetli bir tutum. Yine yazarların işaret ettiği gibi, demokrasiyi korumanın en iyi yollarından biri siyasete dışardan paraşütle inen kimselere karşı ihtiyatlı olmak. Diktatörlerin çoğu böyle geliyor. Partiler siyaset için bir kanal olmanın ötesine geçen fonksiyonlara sahipler. Radikalleri ılımlaştırma, filtreleme bunlar arasında. O zaman şunun söyleyebiliriz: Bir ülkede siyasî partilerin köklü, kurumsallaşmış, kendine mahsus bir siyasî kültür ve davranış kodları yaratmış olması demokrasinin hayatta kalmasına çok katkı yapar. Bu yüzden siyasî partilerin yaşamasına ve gelişmesine müsaade etmek lâzım.

Bence yazarların geliştirdiği dört gruba tasnif edilmiş kıstaslar açısından bütün partiler hem kendi kendilerini test etmeli hem de dışardan test edilmeli. Çünkü, kendilerinden beklenen demokrasiyi takviye edici işlevleri yerine getirebilmeleri için önce partilerin kendilerinin sağlıklı -yani demokratik- olması gerekir. Bu kıstaslardan geçemeyen partiler uzun ömürlü ve köklü olsalar bile demokrasiyi bizzat öldürebilir veya öldürülmesine katkı yapabilirler.

Kitapta Türkiye hakkında verilen bilgilerin bariz özellikleri ise yetersizlik ve önyargı. Diğer ülkeler hakkında aktarılan bilgiler hakkında bir şey diyemem. Bunu yapabilmek için gerekli araştırmayı yapmaya ne vaktim ne de niyetim var. Ancak, Türkiye hakkında yazarlardan daha çok ve daha sağlıklı bilgiye sahip olduğum kesin. Buna dayanarak bazı düzeltmeler yapabilirim. Meselâ, Erdoğan tarafından iş adamlarının siyasetten dışlandığı, bu çerçevede Cem Uzan’ın ciddî bir rakip olarak görüldüğü için Erdoğan hükümeti tarafından siyasetin dışında itildiği bilgisi temelsiz. Cem Uzan Erdoğan’a ciddî bir rakip değildi, hatta bir tür katkı yapan bir isimdi, 2002’de AK Parti’nin parlamentoda orantısız bir çoğunluk kazanmasında oyları “bölmesi” etkili oldu. Cem Uzan, şirketleri dolandırıcılık, sahtekârlık, tehdit ve şantaj gibi iddialarla hakkında yürütülen soruşturmalar yüzünden ülke dışına kaçtı. Şirketleriyle ilgili muamelelerde hukuka aykırılık ve mülk gaspı gibi durumlar vuku buldu mu bulmadı mı ilgilenmeye değer bir konu. Bulduysa şaşırmam, neticede genel seviyemiz belli. Bununla beraber, Uzan ailesi çok kirli bir şöhrete sahipti ve Uzanlara karşı hukukî işlemler içinde mağdurların da bulunduğu yaygın bir toplumsal destekle yapıldı. Kaldı ki, kitabın tezi doğruysa, Cem Uzan’ın siyasete paraşütle gelen biri olarak diktatoryal eğilimler sergilemesi daha muhtemeldi.

Kitapta bahsedilen Doğan yayın grubuna astronomik vergi cezasını veren aktör FETÖ idi. FETÖ bu yolla Doğan Medya Grubu’nu yedeğine aldı. Doğan grubu da geleneksel anlamda bir medya grubu olarak değil bir iktidara getirici ve indirici olarak konumlanmıştı. Hiçbir demokratik ülkede medyanın sahip olamayacağı bir rol üstlenmişti. Bu sürdürülemez bir durumdu. Bugün medyada yine gereksiz ve sürdürülemez olduğunu düşündüğüm bir muhafazakâr yığılma olduğu gerçeğini de inkâr edemem, bunu onaylamam, ama bunu eski bir Türkiye gerçeğini görmezden gelmenin aracı da yapamam.

Batıdaki bazı şahısların ve çevrelerin Türkiye’yi değerlendirirken yaptığı standart hatalar kitapta tekrarlanıyor. Bir: Erdoğan öncesinde muhteşem bir liberal demokrasi, tam bir kuvvetler ayrılığı, sınırlarını bilen ve demokrasi adına seçilmiş iktidarı sınırlama peşinde koşan bir medya varmış gibi yorum yapmak. İki: Erdoğan hükümetlerinin icraatları hakkında hâlihazırda bir FETÖ olgusunun, kırk yıldır terör kusan bir PKK’nın var olmadığı bir Türkiye’yi yönetiyormuş gibi değerlendirmelere girişmek.  Bunlar eğer bilgisizlikten yapılmıyorsa kesinlikle önyargıdan yapılıyor diyebiliriz.

Demokrasiler sorunsuz ve her zaman ayakta kalması garanti rejimler değil. Her demokrasi her zaman ciddî risklerle karşılaşabilir. Bunlarla baş edebilmek için teyakkuz hâlinde olmak şart. Ancak, her şeyden önce her analiz doğru durum tespitine dayanmalı ve sağlam teorik çerçeveler kullanmalı. Aksi takdirde, kaş yapayım derken göz çıkartılabilir.

Yeniyüzyıl, 5 Şubat 2019

Devlet Dindarlığı mı Toplumsal Sekülerizm mi?

Sekülerizm, din merkezli veyahut dinî öğeleri sosyal, hukukî ve siyasî anlamda tayin edici kılan bir yaklaşımın tersine, bunları sosyal, hukukî ve siyasî kümeden ayıran bir yaklaşımı tanımlar. Çok geniş bir terim olan sekülerizm, içinde birçok farklı akım, tür ve teori barındırır. Seküler kelimesi, dünyevi olanı belirtir ve dünyanın nesnel halinin göz önünde tutulması demektir. Bir açıdan fikrî, bir açıdan sosyal bir süreç olan sekülerleşmenin kökleri Aydınlanma ve Reformasyon gibi kitlesel düşünce hareketlerine kadar götürülebilir. Modernizm ve gelişen modern kültürle birlikte gelişimini bir ölçüde küreselleşmeye borçlu olan sekülerlik, Batıda olduğu kadar dünya coğrafyasının diğer bölgelerinde de etkisini halen sürdürmektedir.

Özellikle ülkemizde son yıllarda din sosyolojisi alanında bu hususta yapılan çalışmalar bu konunun önemini bir kez daha gündeme getirmiştir. Nitekim bu hususta araştırmalar yapan Volkan Ertit’in özellikle son kitabı Sekülerleşme Teorisi dikkat çekicidir. Ayrıca yazarın daha önceki Endişeli Muhafazakarlar Çağı kitabını da bu hususta zikredebiliriz. Ertit yaptığı çalışmada özellikle ülkemizde şu anda iktidarda bulunan muhafazakâr bir partinin uygulamalarını sosyal bir düzlemde ele alıyor, yaptığı tespitlerle Türkiye’deki yaygın kanının aksine, insanların daha fazla dindarlaşmadığını, sekülerleştiğini ya da dinden uzaklaştığını öne sürüyor. Ertit ayrıca, evlilik öncesi ilişki, eşcinsellik, kılık-kıyafet ve verdiği başka diğer örneklerle konuya dair sağlam bir takım tespitlerde bulunuyor.

Bu çalışmaların bence en dikkat çeken tarafı, dindar bir retorik ile iktidarda kalan bir partinin aslında bu söylemlerinin halk nezdinde bir karşılığının olmadığını ortaya koymasıdır. Yani Ertit bize, siyasal iktidarın dindarlık söylemlerine ve uygulamalarına sıkı sıkıya bağlı olsa da halkın bu tarz bir uyum içinde olmadığını göstermeye çalışıyor.

Ancak özellikle ülkemizde, imam-hatip okulu veya ilahiyat fakültesi sayısındaki artış, ayrıca yine bu okullarda okuyan öğrenci sayısındaki istatistik bize bir açıdan bu hususun yanlışlığını ispat etmez mi? Bu soruya benim cevabım hayır olurdu. Nitekim “bu kurumların ve bu kurumlardaki öğrenci sayısının artması dindarlığın artmasına neden olmuştur” şeklinde bir çıkarım bence hatalıdır. Öncelikle bu kurumlar dindar bir insan yetiştirme yeri değildir. İlahiyat fakülteleri ve imam-hatip liseleri, İslami ilimlerle meşgul olmak isteyen insanların tercih edeceği bir yerdir. Hatırlarsanız, geçtiğimiz yıllarda özellikle ilahiyat fakültelerinde okutulan felsefe derslerinin sayısının azaltılması gündeme gelmiş ancak gelen tepkiler üzerine bu değişiklik rafa kaldırılmıştı. İlahiyat fakültelerinin müfredatına baktığımızda içerisinde din psikolojisi, din felsefesi, İslam felsefesi, din sosyolojisi, kelam, fıkıh, tefsir gibi hem Batı hem de İslamî ilimleri sentezleyen bir müfredatla uyum içerisinde olması bunun en büyük göstergesidir.

Bana kalırsa belki çok spesifik olmakla beraber insanların bu kurumları tercih etmesinin bir başka nedeni de iş olanaklarının fazla olmasıdır. Nitekim özellikle geçtiğimiz yıllarda yapılan müfredat değişikliğiyle beraber okullardaki seçmeli derslere; Kur’an, Siyer vb. gibi bir takım ilahiyat fakültesi mezunlarının iş bulabileceği derslerin eklenmesi, hastanelerde şu an pilot uygulama olarak yapılan dinî danışmanlık gibi yeni iş olanaklarının ortaya çıkması iddiamı doğrular niteliktedir.

Ayrıca yakın dönemde yapılan çalışmalar sonucu Türkiye’de ateizm, agnostisizm ve deizm gibi ekollere yönelimin artması ve bu artışın özellikle kendini daha çok dindar diye niteleyen insanlar üzerinde etkili olması da toplum nezdinde bir dindarlaşmadan çok sekülerliğin veya dinden uzaklaşmanın olduğunu bence haklı kılar niteliktedir.

Buradan çıkaracağımız sonuç bana kalırsa toplumun ne kadar baskıcı veya demokratik olursa olsun bir takım fikirlerin zorunlu olarak uygulanmasının toplum tarafından kabul görülmediği, hatta bu tarz bir fikir aşılama yönteminin ters bir tepki verdiğini söylememiz olacaktır. Ayrıca siyasî iktidarların kendi ideolojileri uğruna bir takım kutsal kavramları bu kadar politikleştirmesi hatta bu kavramların içeriğini boşaltması da tehlikelidir. Son olarak Dücane Cündioğlu’nun da haklı olarak ifade ettiği gibi; “Her tarafa cami yapıyorlar, her tarafa minareleri dikiyorlar. 20 yıl sonra bir daha insanlar İslam, din, sakallı, cübbeli falan görmek istemeyecekler. İnşallah maşallah diyerek her türlü telbisat yapılabiliyor. Yeter ki inşallah, maşallah formülünü kullan. Bunların hiçbiri sosyal kurumlar değil ki, hepsi politik kurumlar, hepsi manipüle edilebilir kurumlar.”

Musa Yanık, 4 Şubat 2019

Türkiye’de ve ABD’de Dinin Siyaseten İstismar Edilmesi!

AK Partili eski bakanlardan, Sivas milletvekili İsmet Yılmaz bir seçim konuşmasında partisine oy vermenin bunu yapanların öbür dünyada Allah’tan iyi muamele görmek için bir berat olacağına dair sözler sarf etti. Daha önceleri de buna benzer ifadeler kullananlar olmuştu. Merhum Erbakan’ın haddi veya maksadı aşan meşhur sözlerini hatırlayanlar olacaktır. Partisine oy vermeyenlerin “patates dininden” olduğu komik lafı gibi…

Yılmaz’ın sözü, galiba bir seçime gitmekte olmamızdan ötürü, başka zamanlarda olacağından daha çok ilgi çekti, yankı yaptı. Bu söz üzerinden dinin siyasî amaçlarla istismar edilmesinden, AK Parti tabanının dinsel içerikli sözlerle kolayca manipüle edilebileceğine ve sağlam muhakeme yeteneğinden yoksun olduğuna kadar uzanan yorumlar yapıldı. Bazı yazarlar dinin siyasî amaçlarla istismarının demokrasimiz için ciddî bir tehlike teşkil etiğini ileri sürdü.

Dinsel renkli ve içerikli siyasal mesajlar vermek doğru mudur? Bu tür söz ve mesajlar demokrasi için bir tehlike teşkil eder mi? Dinsel mesajlar seçmen üzerinde dikkate almaya değer derecede etkili olur mu? Ne yapmak gerekir? Bunların üzerinde durmaya değer sorular-konular olduğu açık. Ancak, her meselede olduğu gibi, soğukkanlı biçimde ve önyargısız olarak.

Din sadece dar anlamda din değildir aynı zamanda her ülkedeki, topluluktaki daha geniş ve kapsayıcı bir olgu olan toplumsal kültürün oluşturucularından biri ve –eğer en önemlisi değilse- önemli bir parçasıdır. Kültür siyasete bakışı ve siyasal davranışı kaçınılmaz olarak etkileyeceğinden din de açık şekilde ifade edilse de edilmese de siyasal davranışı etkileyen faktörlerden biri olacaktır. Mamafih, bir inanç bütünü ve kültür unsuru olarak din ile siyasal tutum ve davranış arasında tek yönlü bir ilişki olması kaçınılmaz değildir. Yani dine bakış, dinden etkilenme-etkilenmeme bir siyasal partiye yakın durmayı teşvik edebileceği gibi uzak durmayı da teşvik edebilir. Manzarayı tam olarak görebilmek için dinin siyasal davranış üzerindeki etkilerini ölçen ciddî ampirik çalışmalara ihtiyaç var. Bu tür çalışmaların Türkiye’de pek olmadığı açık.

Bu tür bir ilişkinin sadece “klasik” dinler açısından vuku bulması da söz konusu olamaz. Modern veya seküler dinler de aynı etkiyi meydana getirebilir. Söz gelimi, Atatürkçülük ile oy verme davranışı arasında benzer bir ilişkiyi tespit etmek zor olmasa gerek. Bu durumda “Atatürk sizin böyle yapmanızı isterdi” veya “Atatürk’ün partisine oy verin” diyerek seçmeni politik tavır belirlemeye teşvik etmek de hemen hemen aynı sonucu verir. Benzer bir yorum teolojik temelleri Cumhuriyet uygulamaları yüzünden ciddî biçimde erozyona uğratılmış olan Alevilik için de yapılabilir. Kim Aleviler vatandaşlarımızın çoğunun siyasal tercihi üzerinde Alevi olmanın mühim bir tesirinin bulunmadığını iddia edebilir?

Dinsel içerikli söylemle siyaset arasındaki ilişkide iki taraf söz konusu: Sözü sarf eden kişi veya kişiler ve sözden etkilendiği hatta büyüklendiği farz edilen kitleler. Sayıca ilki az ikincisi milyonlarca. Dolayısıyla, değerlendirmelerin her iki kesim açısından yapılması gerekir.

İsmet Yılmaz’ın durumunda şu söylenebilir. Bu sözün münasebetsiz olduğu açık. İsmet Yılmaz bu sözle kendi insanî alanının dışına çıkıp Allah’ın alanına girmiş oluyor. Müslüman inancına göre insanları hesaba çekecek olan da bu hesabı neye göre yapacağını belirleyecek olan da Allah’tır. Kutsal kitapta siyasal tavır ile hesap gününde Allah’ın tavrı arasındaki ilişki konusunda bir açıklama olmadığına göre Yılmaz bu iddialı sözle Allah’ın alanına tecavüz ediyor. Aynı zamanda seçmen kitleleri arasında bir ayrımcılık da yapmış oluyor. Bu tür edepsiz sözlere karşı ne yapmak gerekir? Kınamak ve sözün saçma, ayrımcı, had aşıcı olduğunu söylemek. Seçmenler açısından bakılınca bu tür sözleri eleştirenlerin ve abartılı yorumlara malzeme yapanların ilk olarak kendileri ile seçmen arasında bir alt-üst ilişkisi kurduğu görülüyor. Öyle ya Müslüman olmalarına onlar bu sözlerden etkilenmiyorlar. İstismar edildiğini iddia ettikleri kişiler kendileri değil başkaları. Onlar kadar akıllı ve bilgili olmayan, dini doğru anlayamayan ve yorumlayamayan zavallı -cahil, bilgisiz- Müslümanlar kolayca etkilenir, kandırılır, kullanılır. Bu yüzden bu “saftirik” Müslümanların onlar tarafından ayıltılması, uyarılması, hiç değilse kınanıp ayıplanması icap eder. İkincisi bu eleştirileri seslendirenlerin seçmenleri neredeyse aptal yerine koyması. Seçmenler o kadar zavallı varlıklar ki, bu tür sözlerle kolayca yanıltılır ve yönlendirilir. Bu yüzden de onları paternalist bir tavırla koruma altına almak gerekir. Bu zihniyetin nerede duracağı belli olmaz. Tüm hak ve özgürlükleri, bireysel iradeyi ve tercih hakkını çöpe atacak kadar ileri gitmesinin önünce ciddî bir engel yok.

Eleştirilerde bir sürü tutarsızlık var. Seçmenlerin dinî söylemden iddia edilen biçimde etkilendiğine dair ampirik veri ya yok ya da bir kanaate varmamıza sağlam zemin teşkil edemeyecek kadar az. Daha ziyade cesurca, bazen küstahça genelleştirilen kişisel gözlemler, öfkeler, hayal kırıklıkları var. Ayrıca, seçmenler bu tür laflardan kolayca etkileniyor olsa bile bu tek partiye münhasır olmayıp her partiye açık bir yolsa her parti bu yola başvurabilir. Yani bir tekel söz konusu değildir. O zaman diğer partilere düşen, başkalarından şikâyetçi olmak ve başkalarının siyasal tercihlerine şekil vermeye kalkmak yerine aynı aracı kullanmak. Bu durumda da zaten dinsel söylemin bir anlamı ve önemi kalmaz.

Yılmaz olayıyla ilgili tartışmalar bitmeden ABD’den şaka gibi bir haber geldi. Beyaz Saray sözcüsü “Trump’ın başkan olmasını Tanrı istedi” dedi. Bu söz gözümüzü ABD siyasetinde dinin yerine çevirmek için ve ABD’yi Türkiye ile kıyaslamak için iyi bir vesile. Amerikan toplumu dünyanın en dindar toplumlarından. ABD’de dinî gruplaşmaların ve fikirlerin toplumsal hayatta ve siyasette önemli ve etkili bir rol üstlendiği gayet açık. Tamamen farklı bir çizgide olması beklenecek ekonomik liberteryenler arasında bile hukuk sisteminde Hristiyanlığın ahlâkî yasaklarının herkes için kamusal emir hâline getirilmesini talep edenler mevcut. Dinsel gruplar da çok aktif. Evanjelik Hristiyanlar gayet büyük bir siyasî güç ve özellikle Cumhuriyetçi Parti başkan adayları (Trump gibi) bu güçten yararlanmak için çok şey yapıyor. Sayılarının 40 milyonu bulduğu söylenen Evanjelik cemaat(ler) ABD’de hiçbir siyasetçinin ve siyasal partinin ihmâl edemeyeceği bir oy potansiyeli. ABD’de Beyaz Saray’da zaman zaman İncil okuma seansları düzenleniyor. Pek çok siyasî konuşmalarında sıklıkla İncil’e atıflar yapıyor.

Bir başka komik ve de birilerinin bal gibi din istismarı teşkil ettiğini iddia edilebileceği bir durum Kemal Kılıçdaroğlu’ndan sadır oldu. ABD’den gelen haberin ertesi günü sabah bir televizyon programına katılarak genel olarak siyasetle özel olarak yaklaşan mahallî seçimlerle ilgili soruları cevaplayan Kılıçdaroğlu bir ara Erdoğan’ı dini siyasî amaçlarla istismar etmekle itham etti. Kısa bir süre sonra da bu sefer kendisi Hazreti Muhammed’in Veda Hutbesi’ne atıflar yaparak bir meseleyi izaha ve kendi haklılığını kanıtlamaya çalıştı.

Dinin bir inanç ve ritüel bütünü veya kültürün bir unsuru olarak siyasette –siyasal tercihlerde hiç etkisi olmamasını istemek boşuna. Bu, insanın bildiğimiz insan olmaktan çıkartılmasını istemeye eş bir talep. Peki, ne yapacağız? Dinsel aşırılıkların zarar verici şekillere bürünmesini nasıl önleyeceğiz? Bunun yolu dini toplumsal hayatın önemli bir alanından –siyasetten- ve dolayısıyla ister istemez tüm toplumsal hayattan silip atmak değil. Bu hem yapılamaz hem de 20. Yüzyıl’daki acı tecrübelerin ispatladığı üzere korkunç felaketlere yol açar. Yapılması gereken şey belli: Ülkenin siyasal ve hukukî sisteminin, bunların bir hakikate dayanmaması genel ilkesi çerçevesinde, bütünüyle şu veya bu dine dayanmaması üzerinde anlaşmak.

Yeniyüzyıl, 2 Şubat 2019

Aday Tanıtım Toplantısında “Çerxa Şoreşe” veya Samimiyetsizlik, Tutarsızlık

HDP Mardin aday tanıtım toplantısında çalınan ve medyaya haber olan bir beste. HDP toplantılarında arka fonda nakaratları hiç kesilmeyen hep duyulan bir beste aslında. Yani onlar yabancı değil; bir ara Mecliste de bu sesler duyuldu.

Beste önemli tabii! Hem HDP’nın PKK ile olan organik bağını ifade eder hem de HDP’nin demokrasi, barış, ekoloji, çoğulculuk, özgürlük ve benzeri değer veya kavramların içini neden, nasıl boşalttıklarını anlamak açısından önemlidir. Besteyi 80’lerde kurulan Koma Berxwedan yorumluyor. Kendi hallerinde, sanatını icra eden ve tek gayesi müzik olan bir grup olduğunu düşünmemek gerek, bir amaca hizmet ediyor: O da PKK’nın propagandasını yapmak. Yani PKK’den bağımsız var olan bir grup değil; onların politikalarının, sözlerinin, amaç ve hedeflerinin müzik dünyasındaki temsilcileri gibiler. Bir bakıma Grup Yorum’un bir versiyonu olduğu ifade edilebilir.

HDP Mardin aday toplantısı yapıldığı sırada saygı duruşunda bulunurken çalınan bestenin Türkçesi ile şöyle başlıyor: “Devrim çarkı bugün geniş dönüyor, Sesi dünya meydanlarında yankılanıyor, Proletaryanın değirmenini ince ince öğütüyor, Sömürücü ve uşakları alanlardan kovuyor”

Buraya kadar anlatmak istediğim şeyi Türkçe ifade edecek olursam PKK’nın sanat yayın organı olan bir grubun üstelik şiddeti, savaşı, çatışmayı öven ve müzik dünyasında tek varlık sebebi propaganda olan bir grubun şarkısını “saygı duruşu” diye HDP kendi aday tanıtım toplantısında çalıyor. Salondaki milletvekili ve eş başkan dahil herkes ayakta dinliyor.

Bu iş sadece bana sakat, yanlış ve tuhaf gelmiyor olsa gerek. Sivil siyaseti, konuşmayı, uzlaşıyı, çok kültürlülüğü, demokrasiyi, özgürlüğü, çoğulculuğu veya bunlardan herhangi birini savunan ve inanan herkese bu iş tuhaf ve yanlış geliyor olsa gerek.

Gerçekten savaş, şiddet, çatışma, gerillacılık gibi şeyleri anlatmanın, yüceltmenin, övmenin dışında bir özelliği olmayan bir şarkının ve grubun aday tanıtım toplantısında ne işi var? HDP yetkililerinin ve esasen sivil siyaseti savunanların buna itiraz etmesi gerekmez mi?

Ama itiraz etmiyorlar her fırsatta da aynı retoriği çalıyorlar.

O zaman insanların “bizimle alay etmeyin” deme hakkı doğuyor.

Gerçekten nasıl olacak: Bir tarafta belediye seçimlerine katılacak adayları tanıtacak destek isteyeceksiniz ve aynı zamanda savaşı, şiddeti, çatışmayı yücelten bir anlayışı da gözümüzün içine sokacaksınız.

Bir spiker bu duruma tepkisini “Türkiye partisi olamıyorlar” diye vermişti. Bu itirazı da aşmak lazım; Türkiye partisi olsalar da olamasalar da demokrasiyi, barışı, siyaseti, seçimleri önemseyen bir yapılanmanın böyle işler ile işi olmaması gerekiyor. Bu savaş retoriğinin içinde olup demokrasi, çoğulculuk, barış, siyaset gibi şeyleri savunmak mümkün değildir. Ve başta da ifade ettiğim gibi HDP siyasetçilerinin içinde bulunduğu bu durum kendilerini samimiyetsiz, tutarsız bir noktaya taşıyıp demokrasi, özgürlük, barış, çoğulculuk, ekoloji gibi değer ve kavramların da içini boşaltıyor. İmkân ve fırsatları değerlendirmekte başarısızlığa itiyor aynı zamanda HDP’nın hareket alanını daraltıyor ve kendisine verilen Kürd oylarını heba ediyor.

Ekonomide Zararlı ve Faydalı Aracılar

Cumhurbaşkanı Erdoğan bugünlerde her zamankinden daha sık ekonomiye ilişkin yorumlar yapıyor ve mesajlar veriyor. Bu anlaşılır bir durum, zira Türkiye 2018’in yaz aylarında girdiği ekonomik türbülanstan henüz tam olarak çıkamadı. Çok yakın bir gelecekte çıkması da zor. Sanırım gelecek iki yık boyunca bu türbülansın menfî etkilerini hissedeceğiz. Her ne kadar politikacılar bazen sıkıntıların tümüyle aşıldığı yolunda konuşmalar yapıyorlarsa da durum tam manasıyla öyle değil. Nitekim ilgili resmi ekonomi kurumlarının 2019 ve 2020 tahminlerindeki rakamlar da 2021’den önce ‘normal’ denebilecek bir duruma erişmenin söz konusu olamayacağını dolaylı olarak söylüyor.

Erdoğan ekonomiye ilişkin mesajlarını ekonomiye devletin mutlak olarak hâkim olabileceğine inanırcasına veriyor. Bu da bir ölçüde anlaşılır. Türkiye’de hâkim olan siyasal ve ekonomik kültür gerek politikacıların gerekse geniş hak kesimlerinin ekonomiyi yönetmenin ve her şeyin yolunda gitmesini sağlamanın devletin hem görevi olduğuna hem de kuvvet ve kabiliyet sınırları içinde bulunduğuna inanıyor. Erdoğan da bu çerçevede samimiyetle ve iyi niyetle doğru olduğuna inandığı yorum ve değerlendirmeler yapıyor. Verdiği mesajlar ve yorumları  arasında savunma sanayii ile ilgili olanları daha doğru ve gerekli buluyorum. Bu konuyu ayrıca ele alacağım. Ancak, Erdoğan’ın ekonomik mesajlarının bazılarının yanlış temellere dayadığı ve amaçladığı iyiliğe hizmet etmekten çok onlardan daha çok uzaklaşmaya katkı yapacağı endişesi içindeyim.

Erdoğan, son konuşmalarından birinde, “stokçulara” ve marketlere yönelik eleştirilerine aracılara yaptığı eleştirileri ekledi. Daha önce yiyecek fiyatlarındaki yükselmeyi veya (doların düşmesine rağmen) fiyatların düşmemesini “spekülatörlere” ve marketlere bağlamış ve onları sert biçimde eleştirmişti. Hatta tehdit olarak algılanmaya müsait sözler sarf etmişti. Bu sefer aracılara çattı. Fiyatları aracıların yükselttiğini iddia etti. Çok sert, yaralayıcı sözlerle, aracıların yaptığının ticaret değil “riyakârlık, tefecilik, hatta ülkeye ihanet” olduğunu söyledi. Bu konuya belediyelerin müdahil olmasını istedi, belediyelerin fiyatları yükselten aracıları “silkelemesi”  gerektiğin ekledi. “Hazırlıklarımız var ve gerekenler yapılacak” dedi.

Erdoğan’ın üzüntüsünü, endişesini ve arzusunu anlıyorum. Sözlerinin iyi niyetle söylendiğini de yüzündeki ve gözlerindeki ifadede görüyorum. Cumhurbaşkanı vatandaşların daha ucuza karnını doyurmasını istiyor. Ancak, politikacıların arzusu ve iyi niyeti ekonomiye şekil ve yön vermeye yetmez. Ekonominin kendi işleyiş kuralları vardır. Bunları çiğnerseniz müdahalelerle ortaya çıkacak sonuçların sizin istediğiniz istikamette olmasını garanti edemezsiniz. Hatta tam tersine sonuçlar doğmasını engelleyemezsiniz.

Erdoğan’ın aracılara çatması aracılara karşı tavrın ilk defa sergilenmesi değil. Hatırlayabildiğim kadarıyla birçok politikacı aynı şeyi düşündü ve bir ölçüde yapmaya çalıştı. Ecevit belki de bu politikacıların en önde gelenlerden biriydi. Ecevit’in ekonomideki hayalci tutumu Türkiye’yi daha önce (yani demokrasi döneminde) pek görmediği bir dar boğaza soktu. Türkiye margarin, şeker, gaz yağı, ampul gibi basit tükettim mallarının kıtlığını çekti. Bakkalların önü kuyruklarla doldu taştı. Bu kıtlık Kemal Sunal filmlerine senaryo bile oldu.

Erdoğan Ecevit ölçüsünde hayalci ve müdahaleci değil elbette. Ama işaret etiğim sözleri çok sıkıntı yaratabilecek politikalara temel olabilir. Meselâ şu aracı meselesi. Erdoğan, anlaşılan,  aracıları ekonomide gereksiz aktörler olarak görüyor. Devreden çıkarılmalarını istiyor.

Aracılar iki şekilde ortaya çıkabilir: Piyasa ekonomisinin olağan işleyişi içinde ve devletin tahsis, regülasyon ve lisanslamaları yüzünden. İkincisinde aracıların fiyatları yükselttiği ve haksız kazanç elde ettiği kesindir. Türkiye bunu tecrübe etti. Devletçe demir, çelik, çimento, döviz tahsislerinin yapıldığı dönemlerde politikacılarla ve bürokratlarla arası iyi olan devletçi tüccarlar kendilerine neredeyse sadece kâğıt üzerinde külfet getiren aracılık rolleri oynadılar ve büyük paralar kazandılar. Böyle bir durum varsa bu aracıların ahlâk, adâlet ve etkinlik adına ortadan kalkması lâzım. Bunu yapmak elbette devletin görevi. Piyasanın doğmasına sebep olduğu aracılar ise gereksiz olamaz. Sebebi gayet basit. Bir somut örnekle anlatayım: Bir malın (meselâ domatesin) on kademeli bir üretim ve dağıtım sürecini düşünün. Her bir aktör en fazla kârı elde etmek isteyeceğinden ürününü kendisine en fazla kârı getirecek kademeye teslim etmek isteyecektir. Bu pratikte ulaşabileceği en uzak kademe demektir. Bu yüzden buna engel yani gereksiz olduğunu düşündüğü kademelerle iş yapmayacaktır. Böylece lüzumsuz aracı doğmayacaktır. Malların üreticiden perakende satıcıya ve tüketiciye ulaşımına kadar uzanan zincirler hiçbir sektörde bir anda kurulmaz. Uzun zaman içinde ve birçok deneme ve yanılmadan sonra oluşur.

Ekonomi incelemeleri piyasa şartlarında fiyatlarla aracılar arasındaki ilişkinin fiyatlara etkisinin artışa sebep olma değil azalmaya sebep olma yolunda olduğunu gösteriyor. Üstelik mesele sadece fiyat değildir. En az onun kadar önemli olan bir şey de mal akışının istikrarlı ve sürekli olmasıdır. Bu olmazsa kıtlık doğar. Kıtlık hem fiyatları yükseltir hem de yüksek fiyatlara rağmen malları bulunamaz hâle getirir. Bu durum ekonomide paranın pula dönmesi, mübadele aracı olmaktan uzaklaşması, gayri ekonomik unsurlara dayanan ayrımcılığın boy göstermesi, ahlâkî çöküş gibi birçok felaket getirir.

Erdoğan burada işaret ettiğim konuşmasında ilginç bir hakikate de dolaylı olarak işaret etti. Devlet tarafından bazı üreticilere-yatırımcılara teşvik olarak verilen paraların amaç dışı kullanıldığını ve piyasada faiz gibi başka “enstrümanlarda” değerlendirildiğini söyledi. Buna şaşırmadım. Devlet teşvikleri çoğu zaman bir işe yaramaz, kolayca istismar edilir ve hatta tersine etkili olur. Yatırımı ve üretimi çarpıtır. Bu tür teşvikler, diğer taraftan, akıl almaz bir kırtasiyecilik, bürokrasi ve bürokratik kadrolarda şişme de yaratır. Bu yüzden, devlet teşviklerinin her sorunu çözeceği yolunda bir hayale  kapılmamak gerekir. Kestirmeden söyleyeyim: Devletin teşvik uygulaması ekonomik kalkınmayı sağlamaya yetseydi tüm devletler bunu en geniş ölçüde yaparak bütün ekonomik problemleri kökünden çözerdi ve böylece her coğrafyada zengin, müreffeh ülkeler ortaya çıkardı.

Kamu otoritelerinin (hem bürokratik hem politik) devletin aslî görevleri ve fıtrî sınırları hakkında sağlam bilgilere sahip olması daha isabetli ekonomi politikaları oluşturulmasının ve takip edilmesinin ilk, vazgeçilmez ve yeri başka hiç bir unsur tarafından doldurulamaz şartıdır.

Yeniyüzyıl, 31 Ocak 2019