Ana Sayfa Blog Sayfa 63

Memuriyete Alımlarda Güvenlik Soruşturması Tamamen Kalktı mı?

Türkiye’de 1994 yılına kadarki dönemlerde kamu görevlileri hakkındaki güvenlik soruşturması uygulamalarının hukuki dayanağını idarî işlem mahiyetinde olan yönetmelikler teşkil etmekte idi. 26.10.1994 Tarih ve 4045 Sayılı Kanunla güvenlik soruşturması ilk kez kanunî dayanağa kavuşturuldu. 4045 Sayılı Kanunun, 01.02.2018 Tarih ve 7078 Sayılı Kanunun ile nihaî şekli verilen 1. maddesine göre,

Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması; kamu kurum ve kuruluşlarında, yetkili olmayan kişilerin bilgi sahibi olmaları halinde devlet güvenliğinin, ulusal varlığın ve bütünlüğün, iç ve dış menfaatlerin zarar görebileceği veya tehlikeye düşebileceği bilgi ve belgelerin bulunduğu gizlilik dereceli birimler ile Genelkurmay Başkanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, jandarma, emniyet, sahil güvenlik ve istihbarat teşkilatlarında çalıştırılacak kamu personeli ve ceza infaz kurumları ve tutukevlerinde çalışacak personel hakkında yapılır. Güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması yapmakla görevli birimler, güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması kapsamında bakanlıklar ile kamu kurum ve kuruluşları arşivlerinden ve elektronik bilgi işlem merkezlerinden bilgi ve belge almaya, 04.12.2004 Tarih ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 171/5. ve 231/13. fıkraları kapsamında tutulan kayıtlara ulaşmaya, Cumhuriyet başsavcılıkları tarafından yürütülen soruşturma sonuçlarını, kovuşturmaya yer olmadığına dair kararlar ile kesinleşmiş mahkeme kararlarını almaya yetkilidir. Devletin güvenliğini, ulusun varlığını ve bütünlüğünü iç ve dış menfaatlerinin zarar görebileceği veya tehlikeye düşebileceği bilgi ve belgeler ile gizlilik dereceli kamu personeli ile meslek gruplarının tespiti, birim ve kısımların tanımlarının yapılması, güvenlik soruşturmasının ve arşiv araştırmasının usul ve esasları ile bunu yapacak merciler ve üst kademe yöneticilerinin kimler olduğu Cumhurbaşkanınca yürürlüğe konulacak yönetmelik ile düzenlenir”.

Daha sonra 4045 Sayılı Kanunun 1. maddesine dayanılarak 14.02.2000 Tarih ve 2000/284 Sayılı Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması Yönetmeliği çıkarılmıştır.

4045 Sayılı Kanunda, güvenlik soruşturmasının kapsamı dar bir şekilde belirlenmiş ise de, hakkında güvenlik soruşturması yürütülen kişilerin ne tür davranışlarının onun aleyhine işlem yapılması için gerekçe teşkil edeceği belirtilmemiştir; bu konuda somut kriterler mevcut değildir. Nitekim, uygulamada çoğu kereler sırf güvenlik soruşturması gerekçesi ile memuriyete atanmayan ya da atandıkları halde kamu görevleri sonlandırılanlar tarafından açılan iptal davalarının büyük ekseriyetinin iptal ile sonuçlandığı görülmüştür.

15 Temmuz 2016 hain darbe teşebbüsünden sonra çıkarılan 29.10.2016 Tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 676 Sayılı “OHAL Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında KHK”nin 74. Maddesinde, 657 Sayılı Devlet Memurları Kanununun Devlet memurluğuna alınacaklarda aranacak genel ve özel şartların yer aldığı 48/1. fıkrasının (A) bendine şu alt bent eklenmiştir.

“8. Güvenlik soruşturması ve/veya arşiv araştırması yapılmış olmak”.

Bu KHK, 01.02.2018 Tarih ve 7070 Sayılı Kanunla kanunlaştırılarak (md. 60), Güvenlik soruşturması hakkında tekrardan bir kanunî düzenleme yapılmıştır.

7070 Sayılı Kanunda güvenlik soruşturmasının yapılması kapsamına 657 Sayılı Devlet Memurları kapsamına dâhil olan bütün kamu görevlileri dâhil edilmiştir. Bu vesileyle, bu kanunda, 4045 Sayılı Kanundaki, haklarında güvenlik soruşturması açılacak kamu görevlilerine ilişkin güvenlik soruşturmasının kapsamını daraltıcı yöndeki hükümler yer almamıştır. Ayrıca bu kanunda, güvenlik soruşturması yapılırken ne tür ölçütlerin esas alınacağı konusunda da hiçbir hükme yer verilmiş değildir.

4045 Sayılı Kanunda “Devletin güvenliğini, ulusun varlığını ve bütünlüğünü iç ve dış menfaatlerinin zarar görebileceği veya tehlikeye düşebileceği bilgi ve belgeler ile gizlilik dereceli kamu personeli ile meslek gruplarının tespiti, birim ve kısımların tanımlarının yapılması, güvenlik soruşturmasının ve arşiv araştırmasının usul ve esasları ile bunu yapacak merciler ve üst kademe yöneticilerinin kimler olduğu Cumhurbaşkanınca yürürlüğe konulacak yönetmelik ile düzenlenir” hükmüne yer verilerek, güvenlik soruşturmasının uygulanmasına yönelik hükümlerin belirlenmesi hususunda düzenleme yapma yetkisi Cumhurbaşkanına verilmiştir. 24.10.2018 Tarih ve 228 Sayılı Cumhurbaşkanı Kararıyla, Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması Yönetmeliğinde yapılan değişiklik kapsamında Yönetmeliğe, “…ile ilk defa veya yeniden kamu hizmeti ve görevlerine atanacaklar hakkında yapılacak güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasını düzenlemektir” hükmü eklenmiştir. Eklenen bu hükümle, 7070 Sayılı Kanuna uygun şekilde, güvenlik soruşturması yapılacak kamu görevlilerinin muhtevası tüm kamu görevine girecekleri kapsayacak şekilde belirlenmiştir.

7070 Sayılı Kanun hakkında CHP’li milletvekilleri tarafından AYM’ye iptal davası açılmıştır. AYM de, 24.07.2019 tarihinde vermiş olduğu kararla, bu hükmü iptal etmiş ve iptal kararı da 29.11.2019 Tarih ve 30963 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanmıştır.

AYM, söz konusu kararında, 7070 Sayılı Kanunun güvenlik soruşturmasına ilişkin hükmünü, Anayasanın, önce temel hak ve hürriyetlerin sadece kanunla sınırlandırılmasını öngören 13. maddesi, sonra kişisel verilerin korunmasına ilişkin 20. maddesi, daha sonra da “Memurlarla ve diğer kamu görevlilerinin Anayasa ve kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunma yükümlülüğünün” düzenlendiği 129. maddesi açısından incelemiştir. AYM’ye göre,

“Bu bağlamda güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasıyla elde edilen verilen kişisel veri niteliğindedir. Kuralla güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması kapsamında kamu mercileri tarafından özel yaşamı ile ilgili sorular sorulması da dâhil olmak üzere bir bireyin özel hayatı, iş ve sosyal yaşamıyla ilgili bilgilerin alınması, kaydedilmesi ve kullanılması özel hayata saygı hakkına sınırlama niteliğindedir (Par. 169).

Kuralda güvenlik soruşturması ve/veya arşiv araştırması yapılması memurluğa alımlarda genel şartlar arasında sayılmasına karşın güvenlik soruşturmasına ve arşiv araştırmasına konu edilecek bilgi ve belgelerin neler olduğuna, bu bilgilerin ne şekilde kullanılacağına, hangi mercilerin soruşturma ve araştırma yapacağına, ilişkin herhangi bir düzenleme yapılmamıştır. Diğer bir ifadeyle güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasının yapılmasına ve elde edilecek verilerin kullanılmasına ilişkin temel ilkeler belirlenmeksizin kuralla sadece güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması yapılması devlet memurluğuna alımlarda aranacak şartlar arasında sayılmıştır (Par. 171).

Güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması sonucunda devlet memurluğuna atanmada esas alınacak kişisel veri niteliğindeki bilgilerin alınmasına, kullanılmasına ve işlenmesine yönelik güvenceler ve temel ilkeler kanunla belirlenmeksizin bunların alınmasına ve kullanılmasına izin verilmesi Anayasanın 13., 20. ve 128. Maddeleriyle bağdaşmamaktadır (Par. 172) (AYM Kr. E. 2018/73, K. 2019/65, KT: 24.27.2019).

AYM’nin bu kararı üzerine güvenlik soruşturmasına ilişkin şu değerlendirmeler yapılabilir.

(1) AYM kararıyla, 7070 Sayılı Kanunun 60. maddesi, bu kararın Resmi Gazetede yayımlandığı günden itibaren yürürlüğünü kaybetmiştir.

(2) 7070 Sayılı Kanunun iptal kararına konu olan bu maddesine istinaden, 228 Sayılı Cumhurbaşkanı Kararıyla 14.02.2000 Tarih ve 2000/284 Sayılı Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması Yönetmeliğine eklenen “…ile ilk defa veya yeniden kamu hizmeti ve görevlerine atanacaklar hakkında yapılacak güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasını düzenlemektir” hükmü kanunî dayanağını kaybetmiştir. Dolayısıyla, bu hüküm hukuka aykırı hale gelmiştir. Bu vesileyle, Danıştay’a açılacak bir iptal davası neticesinde iptal edilebilir.

(4) 4045 Sayılı Kanunun güvenlik soruşturmasına ilişkin hükümleri yürürlüğünü sürdürmektedir. Dolayısıyla, 4045 Sayılı Kanun ile bu kanuna uygun hükümleri içeren Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması Yönetmeliğine göre, bu kanunda ve yönetmelikte belirtilen kamu görevlileri hakkında güvenlik soruşturması yapılması yönündeki uygulamalara devam edilir.

(5) 4045 Sayılı Kanunun, AYM kararında yer alan “…Güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması sonucunda devlet memurluğuna atanmada esas alınacak kişisel veri niteliğindeki bilgilerin alınmasına, kullanılmasına ve işlenmesine yönelik güvenceler ve temel ilkeler kanunla belirlenmeksizin bunların alınmasına ve kullanılmasına izin verilmesi Anayasanın 13., 20. ve 128. Maddeleriyle bağdaşmamaktadır” ifadeleri ile çelişen hükümlerinin Anayasaya aykırılığı durumunun ortaya çıktığı söylenebilir. Bu kanun hükümlerinin burada bahsi edilen gerekçelerle çelişen kısımlarının, Anayasanın 152. maddesi kapsamında, görülmekte olan bir davada uygulanmakta olan bu kanunun Anayasaya aykırı olduğu düşünülen hükümlerinin, davaya bakmakta olan mahkeme tarafından itiraz yoluyla AYM’nin önüne getirilmesi halinde, bu hükümlerin iptal edilmesi mümkündür.

Bu gerekçenin geri planında, Anayasanın 13. maddesinde yer alan “temel hak ve hürriyetlerin ancak kanunla sınırlanabileceği”ne dair hüküm yer almaktadır. AYM, son yıllarda verdiği kararlarında, özellikle temel hak ve hürriyetlere ilişkin sınırlamalar konusunda, kanunla düzenlenmesi anayasal olarak zorunlu olan konularda, yürütmeye yetki verilmesini Anayasaya aykırı bulmaktadır. Burada temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması kapsamına, sadece ceza hukuku kapsamına giren cezaî normlar değil, disiplin suçları ve diğer sınırlayıcı düzenlemeler de dâhil edilmektedir.

Bu durumda Anayasanın 13., 20. me 128. maddeleri hükümleri kapsamında, TBMM tarafından, Anayasaya uygunluğun sağlanması kapsamında yapılması gereken, 4045 Sayılı Kanunda yer alan güvenlik soruşturmasına ilişkin hükümlerin yeniden düzenlenmesidir. Bu değişiklikler kapsamında, güvenlik soruşturmasına ilişkin konularda, gerek kişisel verilerin korunması, gerekse kamu görevine girme haklarına ilişkin sınırlayıcı mahiyetteki hükümlerin, kanun yoluyla düzenlenmesi ve Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması Yönetmeliğinin de bu kanunla uyumlulaştırılması gerekir.

Nihai olarak belirtmek gerekirse; AYM, bu kararında güvenlik soruşturmasının mutlak olarak Anayasaya aykırı olduğu yönünde karar vermiş değildir. Bu kararda, Anayasanın 13., 20. ve 128. maddeleri ile uyumlu bir şekilde, güvenlik soruşturmasına ilişkin temel ilke ve kuralların, keyfiliğe yol açmayacak şekilde kanunla düzenlenmesi gerektiği belirtilmektedir.

* Kırıkkale Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi

ABD Ziyareti

İrrasyonel ABD nefreti

En son gerçekleşen Türkiye’nin ABD ziyareti üzerine düşünmeden – ilişkilere ışık tutacak – bir konuya değinmekte fayda var. Türkiye’de ister yöneticiler, ister yönetilenler içinde olsun, önemli ölçüde ABD’den nefret edenler mevcut. Çeşitli şartlardan kaynaklandığı varsayılan ve sürekli olarak meşrulaştırılıp rasyonalize edilen bu nefretin anlamları üzerine dikkatli düşünülmelidir.

ABD’nin, beğenin veya beğenmeyin önemli bir ülke olduğu ortadadır ve bu ülke ile kurulacak olan olumlu ilişkiler Türkiye’nin geleceğine önemli derecede etki edecektir. Var olan ve birçok yerde anlamsız olan bu nefretin devam ettirilmesi ve ilişkilerin bu nefretin özellikle yönetim bazında gizli bir yanıyla sürdürülmesinden kaçınılmalıdır. Elbette ABD ile olan ilişkilere bir hakim-koloni ülke olma üzerinden bakılamaz ancak, Türkiye’nin ABD’den olumlu olarak etkilenmesi gereken yerleri mevcuttur.

Soğuk savaş sonrası ziyaretler

ABD ve Türkiye özellikle soğuk savaş döneminden beri müttefik olarak görünüyor. NATO’nun bugünden daha anlamlı olduğu günlerde de devam eden bu ilişki karşılıklı kazan kazan fikri üzerine oturtulmuştu ve bu gerekliydi de. Büyük bir tehdit olarak Sovyetlerin varlığı Türkiye’nin karşısındaydı ve ABD için de Türkiye kaybedilemeyecek bir siyasal aktördü, özellikle doğu Avrupa’da. Birbirine yakın olduğu iddia edilen bu ülkelerin birbirlerine karşı anlattıkları doğal olarak anlamlı ve önemliydi.

Soğuk savaş sonrası ise durumun biraz değiştiğinden bahsedebiliriz. Artık ülkeler arasındaki ziyaretler ve zirveler soğuk savaş dönemindeki haliyle düşünülemez. Tehditler ve fırsatlar değişmiş gibi görünürken – bu nokta da elbette tartışmalıdır – yapılan ziyaretlerden tamamıyla aynı sonuçlar beklenmesi doğru olmaz. Evet soğuk savaş döneminde olduğu gibi devletçilik tehdidi ve askeri tehditler mevcuttur ama ortaya yeni terörizm problemlerinin çıktığı da herkesçe bilinmektedir.

IŞİD ve PKK ile mücadele

Bu ziyaretin sonuç notlarına yansıyan durumlardan bir tanesi elbette IŞİD ve PKK terörüydü. ABD önceliğini IŞİD terörüne vermiş görünüyor ve IŞİD ile mücadelede Türkiye’nin de olmasına önem gösteriyor. Türkiye ile ABD arasında bu konuda ortak bir nokta var diyebiliriz ama, özellikle ABD’de, Türkiye’nin IŞİD ile mücadele etmek istemediğini varsayanların varlığını da yok sayamayız. Yine de Türkiye önemli ölçüde IŞİD terörünün karşısında olduğunu göstermeye çabalıyor.

ABD IŞİD terörüne karşı gelirken Türkiye’nin PKK ile mücadelesini ise şimdilik görmezden gelmeye çabalıyor. ABD, PKK’yı IŞİD’e karşı kullandığını belli ediyor ve bu noktadaki PKK’ya yapılan yardımların Türkiye’ye verdiği zararı önemsemiyor görünüyor. Türkiye ziyarette, ABD tarafından PKK’ya karşı da IŞİD’e gösterilen tavrın alınmasını talep etse de istediğini alamamışa benziyor. Belki de orta ve uzun vadede IŞİD tehdidi önemsizleştirilebilirse PKK tekrar masaya yatırılabilir.

Askeri ve ekonomik ilişkilerin ötesinde

Ziyarette ekonomik ve askeri ilişkilere beklenildiği üzere gelindi. Karşılıklı ticaret hacminin genişletilmek istenmesi elbette olumlu karşılanacaktır. Pek çok ülke gibi Türkiye’nin de ABD ile olan ekonomik ilişkilerini geliştirmeye çabalamasında yanlış bir yan yok. Bunun yanında, iki taraf da askeri konularda da ortak ve ihtilaflı yanlarının olduklarını belli ettiler. Tarafların birbirleri arasındaki ticaret hacmi genişletilirken askeri ortaklık ve işbirliklerinin problemli olmasının doğurabileceği zararları tahmin ettiklerini düşünebiliriz.

Evet, askeri ve ticari ilişkiler önemlidir ancak, konunun aynı zamanda özgürlükler meselelerine gelmesi de yerinde olurdu. Özellikle Türkiye için problemli görünen bu alanda ABD’nin söyleyecek sözü olabilir ama o da özgürlüklerden uzaklaştıkça başka ülkelere örnek olamıyor. Askeri politikalar ve askeri ticaret kadar özgürlüklerin gelişmesine önem verilirse ticaret hacminin genişletilmesine o kadar yardımcı olunur. Umarız ki yeni ziyaretlerde bu yönde gelişmelere yer verilir.

 

Demokrasinin Erdemleri ve İncir Çekirdeği

Önce bir gazeteci tarafından önemli bir CHP mensubu Külliye’ye gitti ve Erdoğan ile görüştü dendi. Erdoğan’ın o şahsa CHP genel başkanı olması gerektiğini söylediği iddia edildi. Sonra Erdoğan böyle bir görüşme olmadığını açıkladı. Bu vuku bulduysa kendisinin cumhurbaşkanlığından, bulmadıysa Kılıçdaroğlu’nun CHP genel başkanlığından ayrılması restinde bulundu. Ardından giden kişin Muharrem İnce olduğu dillere düştü. İnce reddetti. Parti içinde bir grubu kendisine yönelik kumpas kurmakla suçladı.  Kılıçdaroğlu önce olay oldu ve görüşenin kim olduğunu biliyorum dedi sonra kastettiğinin Erdoğan’ın elini CHP içinde tutması ve CHP’yi parçalamak istemesi olduğunu ifade etti…

Bu uzatmalı komedi memleketin ana meselesi olup çıktı. Herkes bununla meşgul. Hele gazeteciler. Bir ay sonra unutulmuş olacak böyle saçma sapan bir şey için gece gündüz ‘çalışıyor’ ve konuşuyorlar.  Televizyonlarda ilgili tartışma programlarından geçilmiyor. AK Parti ve CHP kanadı birbirine salvolar gönderiyor. Selim akıl ile düşünelim ve değerlendirelim. Bir CHP mensubu -diyelim ki İnce- Küllliye’ye gitse ne olur gitmese ne olur? Gittiyse CHP’de yönetim mi değişecek? CHP seçmeni ve delegeleri aklı, fikri, muhakeme gücü olmayan, isteyenin istediği gibi güdebileceği kazlar mı? Erdoğan CHP Genel Başkanını tayin eden makam mı? Eğer öyleyse niçin CHP diye bir parti var?

Bu tartışmalar ve saçma sapan iddialar, karşı iddialar vatandaşın demokratik siyasete olan ilgisini ve güvenini zayıflatıyor. İnsanları memlekette başka mesele yok da bu mu tartışılıyor diye düşünmeye sevk ediyor. Ne var ki bu ne siyasette ilk defa ortaya çıkan ne de sadece Türkiye demokrasisine mahsus olan bir durum. Bugünlerde ABD’nin demokrasi tarihiyle ilgili okumalar yapıyorum. Yaşanan öyle olaylar var ki şaşkınlıktan kafanızın tavana vurmasına sebep olabilirler. Bunlara bakınca siyasetin ve siyasetçinin dünyanın her yerinde aynı olduğu kanısına varmak zor değil.

Siyaset her rejimde var. Diktatörlükler ve totaliter rejimlerde de siyaset yapılıyor. Demokratik siyaset ise sadece demokratik ülkelerde mevcut. Demokrasi elbette ana aktörler olarak siyasetçiler ve siyasî partiler aracılığıyla işliyor. Ancak, demokrasinin erdemi siyasetçilerin kendilerinden ve siyasî partilerden kaynaklanmıyor. Demokrasinin erdemi çoğulcu siyaseti, vatandaşların kamusal işlerin karara bağlanması süreçlerine katılmasını ve beğenilmeyen siyasetçilerden-siyasî ekiplerden en düşük maliyetle kurtulmayı mümkün kılması. Bu durumda demokratik siyaset han ise siyasetçiler ve siyasî partiler yolcu. Hanı muhafaza edebildiğimiz, ayakta tutabildiğimiz sürece yolcular gelip geçecek ve bu türden bizi güldüren ve şaşırtan olaylar da olacak. Dolayısıyla, bu türden komik olaylara, incir çekirdeğini doldurmaz kavgalara, tartışmalara bakarak demokratik siyaseti küçümsememeli ve demokrasiden yüz çevirmemeliyiz.

 

Tarih Tekerrür mü Ediyor? “Bu Kadına Haddini Bildirin”

Türkiye’de çelişkili tutum ve söylemleri ile topluma en az güven veren partinin CHP olduğu söylenebilir. Ne zaman CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu PKK ya da YPG’nin bir terör örgütü olduğunu söylese hemen parti içinden etkili ve yetkili birisi ya da birilerinden aksi yönde açıklamalar gelir. Mesela, Zeytin Dalı Harekâtı’nın en hararetli günlerinde yapılan kamuoyu yoklamalarında toplumun takriben %90 civarında çoğunluğunun YPG’nin bir terör örgütü olduğuna inandığını belirttiği araştırma sonucunun kamuoyuna açıklandığı günlerde, Sayın Kılıçdaroğlu’nun, zar zor da olsa YPG’nin terör örgütü olduğunu açıklamasını müteakiben, hemen parti içinden aksi yönde açıklamalar gelmiştir. Geçenlerde Sayın Kılıçdaroğlu’nun, biraz önceki açıklaması ile çelişerek, YPG’nin bir terör örgütü olmadığı yönünde bir açıklaması oldu, bu açıklamayı müteakiben parti yönetiminde bulunan bazı eski ve yeni vekillerin de benzer yönde açıklamaları geldi.

CHP’deki topluma güven vermeyen çelişkili tutumlar sadece bundan ibaret değildir. Sayın Kılıçdaroğlu takriben bir buçuk ay önce (4 Ekim 2019) şu açıklamayı yapmıştı:

“Gerçeği konuşalım. Bir başörtüsü meselesini Türkiye Cumhuriyeti’nin en temel mesele haline getirdik. Sana ne kardeşim. Kadın ister başörtüsü takar, ister takmaz. O kız çocuğumuz üniversiteye gidiyor mu, okuyor mu, imkânını sağlıyor muyuz? Derdin o olmalı. Çocuklarımız okumalı, bilimi öğrenmeli ve hayatı sorgulamalı”.

O sıralarda Sayın Kılıçdaroğlu’nun bu açıklaması ile çelişen bir açıklama ve tutum CHP’li milletvekilleri ya da yöneticilerden gelmemişti. Biz de herhalde CHP hakikaten sahici olarak pişmanlık ifade ediyor, tabiri caizse günah çıkarıyor” diye düşünmüştük.

Ama yakınlarda CHP’de, Sayın Kılıçdaroğlu’nun bu açıklamasından yaklaşık bir buçuk ay sonra, TBMM’de başörtülü bir bayan AK Partili milletvekiline yönelik “had bildirici” bir tutum sergilendi. Daha bu had bildirme açıklamasının sıcaklığı devam ederken Kılıçdaroğlu’ndan biraz önce bahsini ettiğim açıklaması ile uyumlu bir açıklama geldi.

Bir zamanlar, TBMM’ye seçilen başörtülü Sayın Merve Kavakçı, yine aynı dönemde milletvekili olarak seçilen Sayın Nazlı Ilıcak’ın da verdiği destekle Meclise girdiği ve milletvekili yemini etmek istediği zaman, dönemin Başbakanı rahmetli Sayın Bülent Ecevit “Bu kadına haddini bildirin” demişti. Bu açıklama üzerine, Meclis sıralarından hışımla kalkan erkekli kadınlı Kemalist bir grup milletvekili kaba saba tavırlarla Sayın Kavakçı’yı Meclisten çıkmak zorunda bırakmıştı. Sonra Sayın Kavakçı, başörtülü olarak Meclise girmekle o kadar büyük suç işlemiş olacak ki(!), Bakanlar Kurulu kararıyla vatandaşlıktan da çıkarılmıştı.

Şimdi bu hadisenin bir benzeri, tarihin tekerrür etmesi kabilinden, birkaç gün önce Meclis çatısı altında tekrardan yaşandı. AK Parti Grup Başkan Vekili Sayın Özlem Zengin Meclis Genel Kurulunda konuşurken CHP’li milletvekili Engin Özkoç “Bu hanımefendiye haddini bildirin” diye bağırdı. Her ne kadar Sayın Merve Kavakçı’ya yapılan kaba-sabalıklar tekrarlanmadı ise de, bu tutum CHP’de aynı ruhun hâlâ mevcut olduğunu göstermektedir.

Burada tuhaf ve ilgi çekici olan husus, CHP’li bir milletvekilinin bu yönde bir tutum sergilemesinden ziyade, bu partide, güveni minimum düzeye indirecek şekilde tutumların sergilenmesidir. Daha bu açıklamanın kulaklarda çınlaması devam ederken, Sayın Kılıçdaroğlu’ndan bir açıklama daha geldi. Şöyle ki;

“Bizim, bir kabahatimiz oldu, CHP’nin, onu da söyleyeyim rahatlıkla. Öz eleştiriyse, öz eleştiri. Biz, bir başörtüsü meselesini Türkiye’nin bir numaralı sorunu haline getirdik. Oysa kadının kılık kıyafeti bizi hiç ilgilendirmez. Bizi ne ilgilendirir? O kadının mutfağında, evinde huzur var mı, çocuğunun işi gücü var mı, kız çocuğu üniversiteye gidiyor mu? Biz bununla ilgilenmek zorundaydık ve bununla ilgilendik”.

Şimdi her ne kadar Sayın Kılıçdaroğlu’nun bir buçuk ay önceki açıklaması ile bu açıklaması benzeşmekte ise de, diğer CHP’lilerin söylem ve tutumları bu açıklama ile uyumlu görünmüyor. Tıpkı PKK ve YPG’ye karşı takınılan tavırlarda olduğu gibi.

Peki, sormak lazım: CHP’ye göre PKK ve YPG terör örgütü mü değil midir? Benzer şekilde başörtüsü serbestisi, din ve vicdan hürriyetinin bir gereği olarak bir hak mıdır, değil midir? Bu sorulara parti içerisinden maalesef tutarlı cevaplar gelmiyor. Birinin söylediğini aynı anda ya da yakın zamanlarda bir başka partili yalanlamakta; aksi yönde açıklamalar yapılmaktadır.

Bu da iki meseleyi gündeme getirmektedir.

Birincisi, demokrasilerde sağlıklı bir işleyişin var olabilmesi, her şeyden önce muhalefet partilerinin halka güven vermesine bağlıdır. Oysa CHP, hem de en hayati konularda topluma güven vermemekte, toplumun zihinlerinde bir sürü soru işaretlerine sebep olmaktadır. Bu belirsizlik ve kafa karışıklığı PKK ve YPG konusunda olduğu gibi, başörtüsü konusunda da mevcuttur. CHP’li bir kişi Cumhurbaşkanı seçilirse veya TBMM’nde CHP ve müttefikleri çoğunluk sağlarsa, bu iki konuda ne yönde tutum sergileneceği belli değildir. Bu konuda ciddi manada toplumsal güven eksikliği ve istifhamlar mevcuttur.

İkincisi, şayet, CHP’de başörtüsü konusunda yasaklayıcı ruh hâlâ devam ediyorsa, bu daha da vahim bir durumdur. Bu konuda CHP; hülle yapıyor, halkı kandırıyor demektir. Yani, başörtüsü yasakçılığı ruhunu korudukları halde, hülle yaparak, bu yöndeki niyetlerini gizleyerek, iktidara gelmeyi düşlüyorlarsa, bunun adı iki yüzlülüktür. Toplumu kandırmaya teşebbüs etmektir. Bu durum, birincisinden pek geri kalır bir sorun değildir. Düşünebiliyor musunuz; iktidara talip olan bir parti halka karşı iki yüzlü davranıyor; asıl niyetlerini gizliyor.

Tabiî ki, burada asıl amacım niyet okuyuculuğu değildir. Burada yapmak istediğim şey, CHP’li yöneticilerin, yakın geçmişe kadar yaşanan en temel sorunlu uygulamalar konusunda yapmış oldukları açıklama ve sergilemiş oldukları tutumlardan hareketle bir değerlendirme yapmaktır. CHP’nin Mecliste çoğunluğu sağlayamamasının geri planında, bu güvensizlik ve ikiyüzlü politikaların da etkili olduğu söylenebilir.

Türkiye’nin sahici manada tutarlı, topluma güven veren, toplumun kahir ekseriyetinin tasvip etmediği politikaları toplumdan gizlemeyen, en azından bu yönde algılara sebep olmayan, daha şeffaf ve tutarlı politikalar üreten muhalefet partilerine ihtiyacı vardır. Bu güvensizlik, sebebiyledir ki, özellikle geniş muhafazakâr kesimler CHP’ye mesafeli duruyor. Burada derdim, muhafazakâr kesimlerin CHP’ye oy verip vermemesi değil, topluma güven veren, gizli ajandaları olduğu yönünde algılara sebep olmayan, söylem birliği olan bir muhalefetin olmasıdır.

Demokrasilerde asıl olan, siyasi partilerin, toplumun iktidara gelmeyi sağlayacak çoğunluğunu ikna ederek iktidara gelebilmesidir. CHP iktidara gelir ya da gelmez, o siyasi bir meseledir ve ben bununla pek ilgilenmiyorum. Benim burada vurgulamak istediğim husus, bu partideki söylem ve eylem birliğinin olmaması, toplumda bu yönde hem güvensizliğin, hem de korkunun mevcut olmasıdır. Bu güvensizlik, bu partiyi demokrasi açısından sorunlu hale getirmektedir.

Korkunun özü şudur: “Her ne kadar CHP’nin bu politikaları ile iktidar olabilmesi pek mümkün ve muhtemel görünmüyor ise de, bu parti, ekonomik ya da daha başka sebeplerle bir şekilde iktidara gelecek olursa, HDP/PKK/YPG ile ittifak kurarak, çok daha derin sorunlar yaşanabilir mi? CHP, içinde sakladığı başörtüsü düşmanlığını tekrardan depreştirerek bir daha başörtüsü temelli sorunların yaşanmasına sebep olacak politikaları uygular mı?”

Toplumun kahir ekseriyetindeki bu korku, CHP’nin demokratik işlevlerini layıkıyla yerine getirebilmesi açısından, Türk demokrasisi için ciddi bir sorundur. Bu sorunun aşılması CHP’li yöneticilerin, toplumu ikna edici yönde inandırıcı, sahici açıklama ve tutumlar sergilemelerine bağlıdır.

CHP’liler, başörtüsü konusunda hasmane tutum ve inançlarını hakikaten sürdürüyorlarsa, şeffaf olarak ve açık yüreklilikle, bu yöndeki söylemlerini tekrarlayabilirler. İşte o zaman seçmenler, oy verirken hangi partiye oy verdiklerini bilerek verirler. Bu durumda bazı seçmenlerde kandırılmışlık hissi meydana gelmez.

Diğer yandan, CHP’li Özkoçun had bildirme tehdidini yaptığı sıralarda, sokakta “Cumhuriyet kadınını” temsilen başörtülülere saldırı yapılmasıyla, CHP’deki bu tutum toplumsal zeminde tamamlanmış olmaktadır. Bütün bu yapılanlar, militan laikçi temelli belli kesimlerin, ellerine güç geçmesi halinde, tekrardan toplumun ekseriyetine hayatı zindan etmek için sabırsızlandıklarını göstermektedir. Bu kuşku ve korku verici tutum ve söylemler sebebiyle, başörtülüler için eski günlere geri dönmemenin hiçbir hukukî, kurumsal ve fiilî teminatlarının mevcut olmadığını göstermektedir.

* Kırıkkale Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi

Radikal Çevrecileri Testten Geçirmek

Bu yazıda, tüm çevrecileri değil, radikal çevrecileri teste tabi tutmanın yollarını araştırıyorum. Bütün çevrecileri değil yalnızca radikal çevrecileri teste tabi tutmak isteyişimin nedeni, içinde bulunduğumuz zaman diliminde, hemen hemen her erişkin ve yetişkin insanın çevre hakkında duyarlı ve bir şeyler yapmaya arzulu olması. Başla türlü söylersek, olağan şartlarda, yaşayan her akıl baliğ insanın, hatta aklı eren çocukların; çevre hakkında, şu veya bu tarzda ve/veya derecede, bir endişe ve hassasiyet taşıması. Ancak, radikal çevreciler, çevreye ilgi ile çevre için düşünce ve davranışta diğer insanlardan ciddi biçimde farklı bir kategori teşkil ediyor. Onlarla bu yüzden ilgileniyorum.

Radikal çevreciler ile Marksist – sosyalistler ve İslamistler arasında ilginç benzerlikler mevcut. Tabiî ki, radikal çevrecilerin bazıları Marksist – sosyalist. Son zamanlarda İslamist radikal çevreciler de zuhur etmeye başladı. Bu bileşimlerde hangisinin hangisini radikalizme ittiği araştırılmaya değer bir konu. Sanırım kişi radikal, köktenci bir ideolojik pozisyonu benimseyince hemen her konuya bakışı, yaklaşımı da radikal oluyor. Yani, bana göre, çevreci radikallerde ideolojik duruş asıl belirleyici unsur.

Bu meseleyi şimdilik de olsa bir kenara bırakıp, yukarıda değinilen benzerliklere dönersek ilk göreceğimiz şey, radikal çevrecilerin Marksist – sosyalistler ve İslamistler gibi, başkalarına karşı ahlâkî bir üstünlüğe sahip olduklarına inanmaları olur. Onlar, kendileri gibi hissetmeyen, düşünmeyen ve davranmayan kimselerin kendilerinden daha düşük ahlâkî, insanî erdem ve kaygılara sahip olduğuna kani. Marksist – sosyalistler bu boş inancı Marksist – sosyalizmin bilimin ta kendisi ve bilimsel gelişmenin nihai durağı olduğu hurafesine dayandırıyor. İslamı bir din olmaktan çıkartıp totaliter bir ideoloji olma noktasına taşıyan, bu yüzden Müslüman değil İslamizm ideolojisinin temsilcisi ve taşıyıcısı olarak adlandırılması, vasıflandırılması haksız ve yanlış olmayan İslamistler ise, ifade edilmiş biçimde İslamın son din olmasında, örtülü biçimde kendilerinin İslamı anlayış ve yorumunun tartışılmaz hakikati ifade ettiği batıl inancında yaklaşımlarına temel buluyor. Bu yüzden Marksist – sosyalistler ve İslamistler, toplumsal sistem arayışında tek ahlâklı duruşa kendilerinin sahip olduğunu, insanların iyiliğini sadece kendilerinin istediğini, tek erdemli ve vicdanlı yaklaşımın onlarınki olduğunu iddia ediyor.

Radikal çevreciler de aynı havada. Onlara göre, çevreyle cidden ilgilenen yalnızca kendileri. Başkaları çevre sorunlarına karşı duyarsız. Bu aynı zamanda onların insan cinsinin devamının tehlikelere karşı da duyarsız olduğunu gösteriyor. Bu yüzden tek ahlâklı, vicdanlı pozisyon kendilerininki. Onlar gibi olmayan hemen herkes insanlığın sonunu hazırlayacak müstakbel felaketlere katkı sağlıyor.

Bir şeyin var olduğunu iddia etmek onu var etmeye ve/veya var olduğunu ispatlamaya yetmez. Radikal çevreciler belki de onlar gibi olmayanlara atfettikleri sıfatlara ve özelliklere bizzat kendileri sahipler. Ayrıca, endişeleri ve korkuları haklı olsa bile, takip edilmesini istedikleri yol ve yöntemlerin onların giderilmesini sağlayacağının, hatta durumu daha kötüye götürmeyeceğinin bir garantisi yok. Nitekim, radikal çevrecileri birkaç açıdan teste tabi tutmak bu iddianın hiç de yabana atılabilecek cinsten olmadığını gösterebilir. Nasıl mı? Aşağıdaki gibi.

Birinci test: İnsan asıl olan mı, teferruat mı?

Radikal çevrecilere sorulacak ilk soru, dünyada insanı nereye yerleştirdikleri. İnsan dünyanın merkezinde midir, değil midir? İnsanla dünyadaki diğer canlılar, yani hayvanlar ve özellikle bitkiler arasında bir öncelik sonralık sıralaması var mıdır? İnsan mı önce gelir, hayvanlar ve bitkiler mi? İnsan hayatıyla hayvanların ve/veya bitkilerin hayatı arasında bir tercih yapmak mecburiyeti doğarsa, radikal çevreciler ne yapacaktır?

Bu soruların anlamsız ve önemsiz olduğu söylenemez. Dünya hayatı bizi bu tür tercih durumlarıyla sık sık karşılaştırıyor. Hayvanlardan korunma ve hayvanî gıda ihtiyacı dün ortaya çıkmadığı gibi yarın ortadan kalkacağa da benzemiyor. Dolayısıyla, insanlarla hayvanlar arasında bir tercih yapma sorunundan, en azından her zaman kaçamayız. Hayvanları sevsek, korusak ve beslesek bile insanın hayatı ile bir hayvanın hayatı arasında seçim yapmaya mahkûm olduğumuzda, insan hayatını korumak ve kurtarmak zorundayız. Benzer sorular ve sorunlar bitkilerle olan ilişkilerimizde de ortaya çıkar. Bitkiler de hayvanlar gibi, insanlardan daha hızlı ve daha çok ürer. İnsan cinsi kendisine yaşama alanı bulabilmek ve kapalı alanlar oluşturabilmek için de, beslenmek için de bitkileri kullanmak zorunda. En tipik bitki elbette ağaç. İnsanlar ağaçların etinden de sütünden de yararlanmak ister. Bu bazen bitkilerin canlı olmaktan çıkartılmasını gerektirir. Ancak, bir ağacın hayatının anlamı ve değeri, bir insanın hayatının anlamı ve değeriyle kıyaslanamaz. İnsan tektir, eşsizdir, insan hayatı tekrarlanamaz; ağaçlar ise benzerdir, tekrar üretilebilir. Radikal çevreciler arasında hayvanlara karşı olduğu gibi bitkilere karşı da insan hayatını önemsiz ve değersiz gören uçuk tipler var. Bunlar ilk testten sınıfta kalır.

Hayvanların ve bitkilerin var olmasının ve korunmasının bizzat insan hayatının bildiğimiz gibi var olması ve sürmesi için elzem olduğu, bu yüzden hayvanların ve bitkilerin beşerî hayat için korunması gerektiği söylenerek yukarıdaki değerlendirmeye cevap verebilir. Eyvallah. Ama bu benim iddiamı, duruşumu çürütmez, kuvvetlendirir. Radikal çevrecinin insan hayatının önce geldiği gerçeğini kabul ve itiraf etmesi anlamına gelir.

İkinci test: İnsanın refah anlayışı meşru mu, gayri meşru mu?

Tüm canlıların tabiatına yaşama ve çoğalma insiyakı gömülüdür. Canlılar yaşamak için çabalar. Canlı vücudunda açılan yaralar, vücudun kendisi tarafından iyileştirilir. İnsanlarda da, hayvanlarda da, bitkilerde de böyledir. Aynı şekilde, canlılar daima hayat şartlarını iyileştirme arayışı içinde kalır. Yaşama şartlarının kötüleşmesi için çabalayan, buna göre davranan, evrim geçiren bir canlı bulunamaz. Hayvanlar yeterli ve daha az zahmetle elde edilebilecek su ve yiyecek peşinde koşar. Bitkiler ihtiyaçları olan su ve güneş ışığını temin etmek için çabalar. İnsanlar da daha az zahmetle ve maliyetle, daha çok ihtiyacını karşılama çabası içinde ömrünü tamamlar. Buna canlıların refah arayışı eğilimi diyebiliriz. Bu eğilim canlılarda verili olarak mevcuttur. Bu eğilimi ve sonuçlarını (aldığı eğitimlerini, karakter özelliklerini ve davranış biçimlerini) yargılamak saçma ve yersizdir.

Refah arayışı anlık ve geçici değil, daimidir. Bu yüzden devamlı karşılanması gerekir. Refah arayışının şu veya bu mülahaza ile durması veya engellenmesi, canlılarda bir miktar refah kaybına sebep olmaz, eninde sonunda, mutlaka bir beka mücadelesinin ortaya çıkmasına neden olur. Refah mücadelesinin doğurduğu öz-çıkar arayışı, bencillik ve rekabet gibi özelliklerden ve durumlardan rahatsız olan yaklaşımın beka mücadelesinde bunların çok daha sert olarak ortaya çıktığını ve varlığa zararlı (şiddet, yok etme) gibi daha kötü durumların ortaya çıktığını görmesi kaçınılmazdır. Bu çerçevede bencilliğin ve rekabetin sadece insan dünyasında vuku bulmadığını, hayvanlar -ve hatta bitkiler- dünyasında da tezahür ettiği gerçeğinin altını çizmek gerekir.

Üçüncü test: İnsanın ve dünyanın hâli iktisadi faaliyeti zorunlu kılmaz mı?

İnsan ne içinde yaşadığı dünyanın ne de kendi tabiatının yaratıcısı. Bunlar üzerinde elbette tesiri var ama tüm tesirleri ikincil. Dünya insanın hiç zahmete katlanmadan tüm ihtiyaçlarını tatmin edebileceği bir yer-mekân olmaktan uzak. Avcı-toplayıcılar zamanında dahi bu imkânsızken, tüm dünyanın insan tarafından iskan edildiği bir zamanda çalışmadan, üretmeden, yani iktisadi faaliyette bulunmadan insanın beka mücadelesini kazanması ve refah yolunda ilerlemesi imkânsız. Her insan aynı zamanda iktisadi bir aktör. İktisadi faaliyetin insan için önemi abartılamaz. Sadece refahımız değil, bekamız da iktisadi faaliyete bağlı. Yüksek refah çağında yaşamamız görmemizi zorlaştırsa da gerçek bu.

Bu yüzden ipe sapa gelmez, saçma sapan öneriler ve taleplerle insanların vaktini ve enerjisini çalmak istemeyen her çevreci iktisadî faaliyet gerçeğini öğrenmek zorunda. İktisadî faaliyet, ekonomik realiteler çevre sorunlarının periferisinde değil tam göbeğinde. İktisadî hayatta üretim ve tüketim, kazanma ve paylaşma birbirinden ayrılabilecek ve müstakil değerlendirmeye tabi tutulabilecek süreçler değil, iç içe, birbirini gerektirici ve tetikleyici.

Türkiye İçin Suriye’den Çıkış Var mı?

Rusya ve ABD ile yapılan mutabakatlar Türkiye’nin çıkarına mı?

Önemli başarılar sayılabilecek veya en azından öyle olduğu iddia edilen ABD ve Rusya ile yapılan mutabakatlar ile Türkiye kendisi için Suriye’nin kuzeyinde önemli adımlar atmış oldu. Uzun zamandır kendisine gelen silahlı tehditler karşısında bir pozisyon almış oldu. Türkiye’ye karşı geliştirilen silahlı saldırıların Suriye’nin kuzeyinden, özellikle PKK ve IŞİD tarafından geliyor olması Türkiye’de herkes için son derece can sıkıcı olmuştu. Terörizme karşı mücadelenin Suriye’nin kuzey sınırları içinde verilmesi meşru olmaya devam ettikçe bu durum Türkiye açısından olumlu bir gelişme olmaya devam ediyor.

Türkiye Suriye’nin kuzeyine kendi inisiyatifi ile girdikçe elbette konuya büyük güçler de dahil oldular ve birbirlerini dengelerken aynı zamanda Türkiye ile Suriye’nin kuzeyindeki terör unsurlarına karşı bir pozisyon almak zorunda kaldılar. Bunlar son derece önemli gelişmelerdi. PKK’nın ABD ve Rusya tarafından engellenme olasılığı bile önemlidir ve Türkiye için bir kazanç anlamındadır. Buradaki önemli nokta ABD ve Rusya’nın – her ne kadar şimdiye kadar önemli bir adım atmamışlarsa da – verdikleri sözlere sadık kalıp özellikle PKK’yı bölgeden uzaklaştırmada kararlı olmalarıdır. Türkiye burada önemli adımlar atmıştır ve kendisi için maksimum kazancı elde etmeye çalışmıştır ve çalışmaktadır.

Türkiye güvenli bölgeyi daha da ileriye götürmeli mi?

Türkiye sınırından Suriye’nin 30 km derinine doğru götürülen güvenli bölgenin ne kadar yeterli olduğu ise ayrı bir tartışma konusu. Suriye’nin kuzeyinde önemli bir bölgeyi kontrol eden PKK’ya karşı atılması gereken adımlar daha da öteye gidebilir. PKK varlığına Suriye’nin kuzeyinde son vermedikçe Türkiye’nin kurduğu güvenli bölge terörizmi engellemede yetersiz kalabilir. Burada ortaya çıkan diğer bir önemli nokta da Türkiye’nin kuzey Suriye’de rejim ile karşı karşıya gelip gelmeyeceğidir. Her ne kadar Rusya bu durumu engellemek için adımlar atsa da Türkiye ve Suriye’de rejimin karşı karşıya kalması olasılıklar dahilindedir.

Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyine yaptığı harekâtı burada bırakmayabileceğine dair pozisyon almaya başladığı da bir gerçek. Terörizm ile mücadele eden bir Türkiye’nin de bundan kolay kolay vazgeçeceğini beklemek gerçekçi olmazdı. PKK ve IŞİD tehdit olmaya devam ettikçe güvenli alanın genişletilmesinden Türkiye kazançlı çıkabilir. Burada dikkat edilmesi gereken konu ise, Türkiye’nin bu alanda karşılaşabileceği yeni sorunlar. Kolay kolay bitmeyecek görünen bir mücadelenin ortasında kalmak zorunda olunması Türkiye için terörizm ile mücadelenin maliyetlerini önemli ölçüde arttırır.

Türkiye Suriye’ye girmekle uzun zamanlı bir adım mı atmış oldu?

 Buradaki kritik nokta, gün sonunda Türkiye’nin fiilen Ortadoğu çıkmazının içinde kalıp kalmadığıdır. Burası önemlidir çünkü sorunların çözülemediği bir yer olarak Ortadoğu’da doğrudan yer almak şimdiden öngörülemeyecek maliyetleri Türkiye’nin karşısına çıkarabilir. Ortadoğu’da problemler – günlük noktasında bile olabilen – süreklilik göstermektedir ve bu durumun devamlı olacağını şimdiden söyleyebiliriz. Türkiye kendi çıkarlarını korumaya çalışırken içinden çıkılamayacak bir adım da atmış olabilir. Bu adımın şimdilik rasyonel ve haklı olduğunu iddia etsek bile problemlerle karşılaşılabileceğini de kabul etmek durumundayız. PKK’nın Türkiye’yi böyle bir noktaya çekmek istediğini de düşünebiliriz.

Türkiye için Suriye üzerinden Ortadoğu’da fiilen kalmanın maliyetleri üzerine özellikle düşünmek faydalı olacaktır. PKK ve IŞİD terörü bitirilmek istenirken başka sıkıntılar içinde kalmanın olasılığı da akıllarda olmalıdır. PKK ve IŞİD ile mücadele bir zorunluluktur ama bu mücadele sebebiyle içinden çıkılmayacak problemlerin ortasında kalınmamasına da dikkat edilmelidir. Türkiye sınırlarını güvenlik altına alırken daha büyük problemlerle karşılaşmamalıdır.

Unutulan ve Unutturulan Mümtaz’er Türköne

Geçtiğimiz günlerde FETÖ’ye ilişkin bir davada yargılanmakta olan Mehmet Altan beraat etti. Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak ise hapis cezasına çarptırılmalarına rağmen ceza evinde geçirdikleri süre göz önünde tutularak salıverildi. Bu sonuçtan memnuniyet duymadım desem yalan olur. Benim görebildiğim kadarıyla davalar sağlam delillere dayanmamaktaydı. Nitekim Mehmet Altan aklandı. Diğer iki gazetecinin de süreç sonunda beraat edeceğini sanıyorum, hatta bunu umut ve temenni ediyorum.

Bu gelişmenin bana tekrar düşündürttüğü ve hatırlattığı şeyler var.

Türkiye bir türbülanstan geçiyor. Sonuna doğru yaklaşıldıysa da türbülans henüz tamamen sona ermedi. Bu tür dönemlerde, yani olağanüstü olaylarla karşılaşıldığında, genel olarak sistemin özel olarak hukuk sisteminin hatalar yapmaması imkânsız. Zira bazı ezberci ve hayalci tiplerin zannettiği gibi toplumsal hayattan kopuk, yüce bir makamdan idare edilen, yanılmaz bir akış olarak yoluna devam eden bir hukuk sistemi yok. Hukukçular yaşanan olaylardan istemeseler de etkileniyorlar ve bu etki tavır ve tutumlarına yansıyor. Diğer taraftan siyasal iktidar da karşılaşılan olağanüstü şartların tesirinden kurtulmak için zamana ihtiyaç hissediyor. Olağanüstü olayların ortadan kalkması ve normalleşme bütün bu unsurların beraber ilerlemesiyle gerçekleşiyor, tek bir faktöre bağlı olarak değil.

FETÖ yargılamalarında ve FETÖ’ye karşı mücadelede yapılan hatalar var. Kasıtlı veya kasıtsız, bu hatalar çok can yaktı. Devlet içine çöreklenen FETÖ ile mücadelede KHK’ların kullanılmasını yadsımak olsa olsa ilkesizliğin işareti olabilir. Bunu yapanlar eğer FETÖ ile mücadelenin insanî, ahlâkî ve demokratik bir görev olduğuna inanıyorsa hangi yol ve yöntemlerle KHK’lardan daha etkili en azından daha az hatalı şekilde FETÖ ile mücadele edilebileceği hakkında somut öneriler geliştirmeli. Bunu yapmadıkları sürece ciddiye alınmaları zor. Yok FETÖ ile mücadeleyi gerekli görmüyorlarsa zaten onlarla konuşulacak bir şey yok demektir.

Öbür taraftan, somut haksızlıkları dile getirmek ve bunların giderilmesini istemek de FETÖ ile mücadeleye zarar vermez, destek sağlar. Aradan üç yıldan fazla bir zaman geçmiş olduğunu düşünürsek devletin daha sakin olması için ortamın uygun olduğu söylenebilir. Bu çerçevede isimsiz ve delilsiz ihbarlar ve şikayetler asla dikkate alınmamalı. İhbar ve şikayetler isimli olsa bile bunları yapanlar hakkında da bir araştırma yapılmalı, kastî veya şahsî amaçlarla hareket edip etmedikleri belirlenmeli. Kasıtlı olarak bunu yapanlar cezalandırılmalı. Ayrıca hakkında soruşturma açılmamış, açıldıysa takipsizlik verilmiş, yargılandıysa beraat etmiş kimseler işlerine iade edilmeli. Meselâ FETÖ okulları kapatıldığına oralarda öğretim üyeliği veya öğretmenlik yapmakta olan ama sonra haklarında en küçük bir adlî ve idarî işlem yapılmamış kimselerin önü açılmalı. Özellikle YÖK bu durumdaki akademisyenlerin üniversitelerde çalışabilmesi için açık tavrı koymalı. Gerekiyorsa Cumhurbaşkanı bu doğrultuda YÖK’e talimat vermeli.

Mehmet Altan’ın beraati, Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak’ın salıverilmesi Türkiye’de yargının tamamen çöktüğü ve/veya siyasal iktidarın talimatlarıyla işlediği tezini açığa düşürdü. Zaten AYM daha önceleri  de siyasal iktidar kanadında bazılarının hiç sevmediği ve yanlış bulduğu kararlar vermekteydi. Bu son yargı kararı artık bu yargılamalarla ilgili yüksek yargı içtihatlarının oluşmaya başladığını gösteriyor. Beklentim Yargıtay’dan da bu tür kararlar çıkması ve yargıda işlerin daha düzgün işleme seyrine girmesi.

Bu kararlar tutuksuz yargılamanın ne kadar lüzumlu ve tersinin ne kadar yanlış olduğunu tekrar gösterdi. Kanaatim odur ki Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak da eğer Mehmet Altan gibi tutuksuz yargılansaydı beraat edecekti. Mahkeme sanki ‘madem ki bu kadar içerde kaldınız, o zaman buna uygun bir ceza vereyim, yattığınız boşa gitmesin’ havasında hareket etmiş gibi görünüyor. Umarım Yargıtay gerekeni yapar. Tutukluluk cezalandırmaya dönüştürülmemeli ve özellikle bu tür davalarda sanıklar kural olarak tutuksuz yargılanmalı.

Altan Kardeşler ve Ilıcak hakkındaki kararlara sevinirken onların manevî sorumluluğunu göz ardı ediyor değilim. Ne yazık ki bu tanınmış şahıslar mesleklerinin ve karakterlerinin de tesiriyle hataları olan meşru bir iktidar ile devlet için çöreklenmiş bir çete olan FETÖ arasındaki mücadelede doğru yerde duramadı. Bilhassa Erdoğan’a duydukları nefret, geçmişteki parlak demokratlık sicillerine rağmen,  bu sefer demokrasinin usul ve meşruiyet kurallarının çiğnenmesine karşı tavrı almalarını engelledi. Ama bence bu bir ceza hukuku konusu değil, toplumsal murakabe konusu. Bu kimseler tutumlarından dolayı eleştiri alarak, ayıplanarak, kınanarak, dışlanarak, belki iç muhasebelere girerek hesap verecekler, vermeliler. Onları temelsiz yargılamalara malzeme etmek mağduriyetler yarattı ve doğru dürüst eleştirilmelerinin önüne de set çekti.

Yukarıda adı geçenlere benzer durumda olan bir kişi daha var: Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne. Mehmet Altan’ın beraatine ve Ahmet Altan ile Nazlı Ilıcak’ın serbest kalmasına çok sevinen bazıları nedense Türköne’nin durumunu görmezden geliyor. Türköne önemli çalışmalara imza atmış bir akademisyen. Analitik düşünme kabiliyeti diğer isimlerinkinden çok daha üstün. Üstelik FETÖ çetesine pek yakın durmamış, genellikle tek başına hareket etmiş biri. Bazı sert ve lüzumsuz yazılarının olduğu malum, ama bu yazılar Altanların sözlerinden sert değil. Olsa bile karşılığı yargılanma değil, yukarıda dediğim gibi kınanma, ayıplanma, dışlanma. Buna rağmen Türköne ısrarla unutuluyor ve unutturuluyor. Bunun ana sebebi galiba ülkücü kökenden gelmesi. Maalesef memlekette hâlâ mağdurlar ve mağduriyetler arasında ideolojik ayrımlar yapılıyor. Altanlar için yeri göğü inletenler Türköne hakkında sessiz kalıyor. Üstelik Türköne rahatsız. Kalp sorunları var ve acilen ameliyat olması gerekiyor.

Umarım Mümtaz’er Türköne de en kısa zamanda serbest kalır.

 

 

Toplu İntihar Nedenleri

Fatih’te, 6-11-2019 tarihinde 4 kardeşin toplu intiharı kamuoyunu derinden sarstı. Yakınlarının polisi araması sonucu eve giden polisler kapının üstünde “Dikkat siyanür var, polisi arayın, içeri girmeyin” notuyla karşılaştı. Polis ekipleri kilitli kapıyı açıp içeri girdi. Ekipler, evde hareketsiz yatan Cüneyt (48), Oya (54), Kamuran (60) ve Yaşar Y. (56) isimli dört kardeşin hayatını kaybettiğini belirledi. Yapılan incelemede kardeşlerin kanında siyanür bulundu.

“Olayın ardından polisin bilgi alışverişinde bulunduğu ve ihbarı yaptığı belirlenen mahalle bakkalı Yusuf Deniz, kendisinden alışveriş yapan yetişkin kardeşleri 15 yıldır tanıdığını belirtti. En son cumartesi günü kardeşlerden müzik öğretmeni olan Oya Yetişkin’in kendisinden alışveriş yaptığını, salı günü de kendilerini telefonla arayıp cevap alamayan bir arkadaşlarının gelip sorması üzerine de hemen 155 polis imdat hattını aradıklarını söyledi.
Deniz, “Kendi hallerinde bir yaşam süren dört kardeş de aynı evde yaşıyorlardı. 4’ü de bekardı. Yalnız sıkıntıları, maddi sıkıntıları vardı. Başka kimseleri yoktu. Kardeşlerden biri müzik öğretmeniydi, erkeklerin küçüğü de kuryelik yapıyordu, diğerleri ise çalışmıyordu. En son müzik öğretmenliği yapan Oya Yetişkin cumartesi alışveriş yapmaya geldiğinde bana ‘Maaşıma haciz koydular’ demişti” şeklinde polise bilgi verdi. Bakkalın yanı sıra apartmandaki komşu ve mahalle sakinlerinden de bilgi alan polis, 4 kardeşin şu ana kadar akrabasına ulaşamazken, son dönemlerde ağır bir ekonomik kriz içerisinde bulundukları ve psikolojik tedavi gördüklerini de tespit etti.”

Fatih’teki 4 kardeşin intiharı, 2011 yılında Kahramanmaraş’ta yaşları 22 ile 33 arasında değişen 2’si kız 4 kardeşin, kendilerini iple tavana asarak intihar etmelerini akıllara getirdi.

Kahramanmaraş’ta 4 kardeş annelerinin ölümünün ardından psikolojik sorunlar yaşadığı için babalarına ait bağevinin farklı odalarında kendilerini tavana asarak intihar etmişti.
Kamuoyunda uzun süre yer alan olayın ardından “anneye hastalık derecesinde düşkünlük” çıkmıştı. Anne ve babaları ayrı yaşayan, sosyal çevreleri olmayan 4 kardeş, “Annemiz ölürse biz de ölürüz” düşüncesiyle hayatlarına son verdiği iddia edilmişti.
Annelerinin ölümünden sonra 2 kez daha toplu intihar girişiminde bulunan kardeşler, avukat babaları Necdet Sağocak’ın kendilerini bağevinin bahçıvanı tarafından takip ettirmesinden rahatsız oluyordu. Olay günü baba Sağocak, “İntihar ederseniz işte o zaman anneniz ölür” diye mesaj atmıştı. Bu mesaja sinirlenen 4 kardeşin, telefonlarını kırıp intihar ettikleri iddia edilmişti.”

Toplu intiharlar, toplumu derinden sarsan, şok etkisi  oluşturan eylemlerdir.
Tarih boyunca toplu intiharlara rastlamak mümkündür.
Savaşlarda düşmana teslim olmamak için, dini, felsefi bir grubun, bir tarikat mensuplarının da çeşitli gerekçelerle toplu intihar ettiklerini biliyoruz…

Peki, insanlar neden topluca intihar eder?
Öncelikle intihar davranışının dinamiklerine bakmak gerekir.
İntihar kişinin kendi bedenine, bütünlüğüne yönelmiş bir saldırganlık dürtüsüdür.
Her intihar davranışında ölme, öldürülme ve öldürme bileşenleri vardır.
Savaş ortamlarında öldürme ve ölme yaygın olduğundan, intiharlar azalır.
Ekonomik çöküş ve aşırı ekonomik refah dönemlerinde intiharlar artar.
Sosyo ekonomik kültürel düzeyi düşük çevrelerde cinayetler yaygınken eğitim ve refah düzeyi yüksek çevrelerde intihar yaygındır.

Bireysel intiharlar, başta depresyon, şizofreni, alkol ve madde bağımlılığı, gençlik dönemi bunalımları gibi ruhsal sorunlarda sıktır.
Ani, şok edici ve onur kırıcı bir davranışa maruz kalmak, aldatılmak, ticarî bir iflas, başarısızlık gibi bazı durumlarda da intiharlar görülebilir. Herkesin önünde öğrencinin azarlanmasi, dayak atılması, sevgilinin ani terki gibi durumlarda da ani intiharlar olabilir…
Toplu intiharlar hangi durumlarda ortaya çıkar?

2011’de Kahramanmaraş’taki 4 kardeşte olduğu gibi aile dağılması, sevgi ve şefkat eksikliği; bu duygusal boşluğun bir ebeveynle veya bir başka obje ile doldurulması, yaşama onunla tutunması ve o objenin “yok” olmasıyla  boşluğa düşen  bireyler topluca intihar edebilir. Sosyal desteklerden mahrum, tamamen birbirine tutunan, adeta simbiyotik yaşam süren bireyler, ani travmalar ve kayıplar karşısında topluca refleks verebilirler…
Ve de kaybettikleri o sevgi objesiyle birleşmek icin , “onun yanına” topluca  gitmeyi tercih edebilirler…
Diğer bir toplu intihar nedeni?
Fatih’teki ailede olduğu gibi; hem çevre yoksunluğu, hem de ciddi işsizlik ve ekonomik yoksunluktur…
Bu durum, beslenme, barınma, ısınma, sağlıklı olma, dışarı çıkma gibi sosyalleşme imkânlarını ciddi manada kısıtlar.
İçine dönen ve depresif bir atmosfere maruz kalan aile bireyleri, topluca yaşamın anlamını yitirip intihar edebilirler…

Toplu gibi görünen ve belki de hiç aydınlatılamayan  bazı intihar olgularında da şu neden olabilir:
Aile bireylerinden  biri ya da bir grup mensuplarından biri ya da birkaçı ağır bir depresyona girebilir. Dünya acı ve ıstırap yeri gibi algılanır. Ölümün bu acıya son vereceği düşünülür. Lakin “sevdiklerinin de”  bu acımasız dünyada kalmasına “Gönülleri el vermez” bu nedenle onları da “beraberinde kurtuluşa” götürürler…
Bu davranış , doğum sonrası ağır depresyon yaşayan annelerde daha çok görülür. Ağır depresyona giren kadın, yaşamdan hiçbir tad alamaz ve aşırı ıstırap ve acı çeker. Evladına da bakamaz. Onun da  bu dünyada acı çekmesini istemediğinden beraberinde  “götürür”.

Toplu intiharlarda bir başka neden de akıl hastalığı olabilir. Psikoza giren birey ya da psikozu paylaşan gruplar kulaklarına gelen ve intiharın kurtuluş olacağı ya da Allah’ın onları çağırdığı, ya da sevdiği birinin onları yanına çağırdığı şeklinde bir sesle halüsinasyon görerek intihara sürüklenebilirler.

Bir kişi halüsinasyonu ve hezeyanları nedeniyle önce birlikte yaşadıklarını sonra kendisini öldürebilir. Eğer akıl sağlığı bozulmuşsa ve “herkesi” öldürüp sonra da kendisini öldürmesi yönünde  bir “emir alıyorsa”, bunun “cennete” gitme aracı olduğu şeklinde bir hezeyanı oluşmuşsa bu da toplu gibi görünen intihar davranışına yol açabilir…

Bazen de tarikat liderlerinin, farklı bir gezegende yeni bir hayat kurmaları  için, topluca ölmeleri gerektikleri telkini de bu davranışa yol açabilir…

Neticede, toplu intiharların birden çok dinamiği mevcuttur. Çok yönlü araştırıp incelemek gerekiyor…

Dr. Nihat Kaya
Psikiyatrist
Biruni Ün . Tıp Fak.Öğ. Görevlisi

 

Liberal Düşüncenin Uluslararası İlişkiler Açmazı

En güçlü düşünce en popüler olan düşünce midir yoksa en sağlam tezlere sahip düşünce midir? İki büyük düşünce ekolü olan liberalizm ve sosyalizmi bu açıdan karşılaştırabiliriz.

Popülerlik ölçüyse sosyalizm şüphesiz en güçlü düşüncedir. Son yıllarda kazandığı anlam çeşitliliği bir yana, sosyalizm adeta kutsanan bir şeydir. Leke tutmaz kumaş gibidir. İçinden de çıksa, onun adına da işlense hiçbir kötülük ona mal edilmez. Hatta -bir ara yazdığım gibi, sosyalistlerin adi suç teşkil eden davranışları bile faşizme mal edilir. Abarttığım sanılmasın. Meselâ ülkemizde, üstünkörü yapılacak bir gözlemde, hemen her muhitte -sosyalistlerden en büyük darbeleri yemiş dindar muhafazakârlar arasında bile- sosyalizmin çok itibarlı olduğunu görürüz. Bu kanatta yer alan birçok kimse söze veya yazıya ‘sözde sosyalist’ ’, ‘solcu olduğunu iddia eden’ gibi ifadelerle başlar.

Ölçü sağlam tezlere sahip olmaksa, şüphe yok ki, liberal düşünce final ipini göğüsler. İddialı olduğu –iktisat, siyaset teorisi, anayasa hukuku gibi- alanlarda sosyalistlerin -veya başkalarının-  liberal düşünürlerle aşık atması imkânsız. O kadar ki, liberal iktisat anlayışına vakıf olan ve ekonomiye o açıdan bakan kimseler için sosyalistler başta olmak üzere ekonomik devletçilerin birçok tezi komik, sürreal saçmalamalardır. Dolayısıyla –ben liberal olduğum için değil ama objektif bir bakışla- liberal düşünce sosyalizmden çok daha üstündür.

Gelgelelim bu liberalizmin her şeyi mükemmel biçimde açıkladığı ve her mesele için bir diyeceğinin bulunduğu veya bulunması gerektiği anlamına gelmez. Liberalizme böyle bakanlar onu sıkı bir dine veya kapalı bir ideolojiye dönüştürme eğilimindedir. Ne yazık ki Türkiye’de –benim de bir süre ve bir ölçüde düştüğüm bir hatayla- liberalizmin tabiri caizse ‘namusunu’ korumayı görev telakki eden ve bu yüzden edep ve ahlâk ölçülerini çiğneyerek dostlukları ve arkadaşlıkları yıkan kişiler ve gruplar oldu. Umuyorum ki bunlar zaman geçtikçe hatalarını anlayacak ve arkadaşlığın ideolojik ortaklıktan ve ideolojik saflıktan daha önemli olduğunu anlayarak daha makul bir yola gireceklerdir.

Liberal düşüncenin en zayıf olduğu alanlardan biri uluslararası ilişkiler. Her ne kadar uluslararası ilişkiler teorisindeki idealist yaklaşım genellikle liberal uluslararası ilişkiler teorisi olarak görülmekte ve gösterilmekteyse de hem idealist yaklaşımın iç yetersizlikleri hem de bu teoriye liberal olmayan akımların da kısmen veya tamamen sahip çıkması bu teorinin tabiri caizse liberalizmin malı olmadığını gösteriyor. Dünyayı ilkelerin egemen olduğu bir yer olarak görmeye çok hevesli biri olarak artık itiraf etmek zorundayım ki realist teori uluslar dünyasını açıklamada idealist teoriden çoğu zaman daha başarılı.

Liberaller niye başarısız? Birkaç şey akla geliyor. Liberal teori irade sahibi insanlarla ve gönüllü olarak bir araya gelmiş insan gruplarıyla ilgili. İç politikada ve toplum ilişkilerinde bu aktörleri teşhis etmek kolay. Oya uluslararası ilişkilerde aktörler devletler. Bazen antropomorfik lisanın etkisiyle onlardan  insanmış gibi bahsetmemize rağmen devletler insan değil. Diğer taraftan, tüm ülkelerde kamu politikalarında son sözü söyleyen bir otorite var. Böyle bir otoritenin bulunması uzun vadede kamu siyasası alanında doğrunun bulunması kadar önemli. Bazı durumlarda, yani doğru kamu siyasasıyla ilgili olarak toplumların kitlendiği vakitlerde bir otoritenin kilidi açması lazım. Kilidin açılmaması uzun vadede doğrunun yapılmamasından daha çok zarar verebilir. Anarko-kapitalist teorinin açmazları da zaten burada odaklanmakta. Anarko-komünistlerden bahsetmeye bile gerek görmüyorum çünkü o kötü bir ütopya ve kaçınılmaz olarak mikro seviyelerde veya makro seviyede diktatörlüğe sebep olacak bir yol.   Uluslararası ilişkilerde ise bir nihai otorite yok. Bu yüzden uluslararası ortam yanlış adlandırılmayla anarşik, doğru adlandırmayla kaotik bir ortam. İşte Suriye.

Teorik zayıflık yüzünden liberaller birçok olayı açıklamakta yetersiz kalıyor. Hem siyaset teorisiyle hem de uluslararası ilişkilerle ilgili bir örnek vereyim. Irak Kürdistan’ında (veya var olan bir başka siyasî coğrafyada) ayrılıkçı bir hareket sonrası bir bağımsız devlet kurulmasına nasıl bakmak gerekir? Ulusların self determinasyon hakkını kabul ediyorsak onaylamak lâzım gelir. Fakat bu tür meselelere sadece grup self-determinasyonu açısından bakamayız. Bağımsız bir diktatörlük kurulacaksa ve insanlar temel hak ve hürriyetlerinden mahrum kalacaksa ne yapacağız? Diğer taraftan ulus nerede başlar nerede biter? Ulusun parçaları arasında ihtilâflar çıkarsa ne olur? Kolektif self determinasyon bireysel self determinasyonu bastırırsa ne olacak? Bağımsızlaşan ünite içindeki faklı unsurların durumu ne olacak? Onlar da self determinasyon hakkına sahip olacak mı? Olacaksa bağımsız devlet kurma nerede son bulacak? Benim bu sorulara mutlak cevaplarım olduğunu zannetmeyin.  Sadece soruyorum.

Uluslararası ilişkilerde liberal teorinin cevap bulmakta zorluk çekeceği başka konular da var. Bütün bunların gösterdiği şey maalesef liberal düşüncenin uluslararası ilişkilerde söyleyecek çok sözünün olmadığı…

“Uluslararası Devlet Haydutluğu”

“Suriye petrol rezervleri ve diğer maden kaynakları yalnızca Suriye Arap Cumhuriyeti’ne aittir. DAEŞ teröristlerine veya sözde DAEŞ teröristlerinden koruyan Amerikan askerlerine değil” şeklinde açıklama yapan Rusya Federasyonu Savunma Bakanlığı baş sözcüsü Igor Konashenkov’a göre, “Washington Doğu Suriye’deki petrol alanlarını silahla kontrol altında tutuyor. Suriye petrolü ABD ordusunun silahlı koruması altında ülke dışına naklediliyor. Basitçe konuşacak olursak, uluslararası bir ‘devlet haydutluğu’ yapıyor”.

ABD’li yetkililerin verdiği bilgiler de, ABD’nin Suriye’deki petrol bölgeleri ile alakalı uygulamaları konusunda Rusya tarafından verilen bilgileri teyit etmektedir. Beyaz Saray’da Genelkurmay Başkanı Orgeneral Mike Milley’den brifing alan Senatör Lindsey Graham’a göre, Pentagon, Suriye petrolünün DAEŞ’in ya da İran’ın eline geçmesini önleyecek bir plan hazırlamaktadır. ABD Savunma Bakanlığından (Pentagon) yapılan açıklamaya ve medyada yer alan haberlere göre, Suriye’nin doğusundaki petrol yataklarını korumak üzere bölgeye askeri takviye yapılacak, bu bağlamda, Pentagon Deyrizor’daki petrol yatakları bölgesine 30 tank ve bu araçlara bağlı askeri personel sevk edecektir (Star Gzt., 26.10.2019).

Tabiî ki bunlar, ABD’nin sadece Suriye’de yaptığı bir iş değildir. Esasen ABD, başta Afganistan, Irak, Libya vb. özellikle zengin petrol kaynaklarına sahip ülkelerde, petrol kaynaklarından faydalanmak için benzer uygulamaları, farklı yöntemlerle yapmaya çalışıyor ya da en azında bu yönde emelleri mevcuttur. Bu amaca yönelik politikalar ve planlar yapmaktadır. Eski sömürge mantığının daha kaba saba ve kanlı bir yöntemi, bu yapılanlar.

Peki, bu durumu milletler arası hukuk ve devletlerin bağımsızlığı bağlamında nasıl değerlendirmemiz gerekiyor? Milletler arası hukuk ve Anayasa hukuku kitaplarında izah edilen “devletlerin iç ve dış egemenliği” kavramları ile bu uygulamalar nasıl bağdaşıyor?

Aslında meselenin milletler arası hukuk açısından çok yönü bulunmaktadır. Milletler arası hukuk yönünden, diğer Batılı ülkelerle İran, Rusya vd. ülkelerin fiilî pratiklerinin de pek hukukî ve hoş görülebilir olduğu söylenemez. Fakat ben burada meselenin bir ülkede mevcut olan petrol kaynaklarının bir başka ülke tarafından “korsan ya da haydutluk” teşkil edecek şekilde koruma altına alınması, üretilmesi ve kaçırılması hususu üzerinde durmak istiyorum.

Anayasa hukuku ve milletler arası hukuk kitaplarında yazılanlar şu şekildedir:

İç Egemenlik ya da bir diğer ifadeyle egemenliğin iç boyutu, “bir Devletin, kendi ülkesi içinde söz konusu olan iç egemenliği; devlet kudretinin, devletin siyasî iktidarının, ülke sınırları içinde, bütün bireylerin, toplumsal ve siyasî grupların, diğer iktidar sahibi gerçek ve tüzel kişilerin üzerinde olması; bütün bunlar üzerinde emretme ve yön verme yetkisine sahip olması şeklinde tanımlanabilir. Bir diğer ifadeyle, bu kavram, ülke içerisinde tüm vatandaşları, siyasî, sosyal vb. grupları ve kurumları bağlayıcı kararlar alabilen üstün emretme gücüne sahip siyasî otoriteyi ifade eder. İç egemenlik, iç hukukta devlet iktidarının kendisini, yani muhtevasını, kapsadığı yetkileri ifade etmek üzere de kullanılır. İç egemenlik dendiğinde, çoğunlukla devlet gücünün, ülke için, en üstün, sınırsız, mutlak, bölünmez ve devredilmez nitelikleri kastedilmektedir. Belli bir ülke sınırları üzerinde ancak tek bir egemen güç olabilir. İç egemenlik, devlet kudretinin, kendi ülkesi içerisinde son sözü söyleyebilmesi manasına da gelir. Bu ifadeyle, özünde, egemenliğin, devlet için­deki siyasî karar alma mekanizmasına sahip olduğu anlatılmaktadır. İç egemenlik, aynı zamanda egemenlikten kaynak­lanan devlet yetkilerini de ihtiva eder. İç egemenliğe sahip olan devlet, meşruluğunu ve üstün emretme gücünü kullanarak vatandaşlarına, yükümlülükler getirmekte, kendi hukuk düzenini kabul ettirmekte ve onu yürütmek imkânına sahip olmaktadır. İç egemenlik bağlamında, bir başka devlet gücü, milli devlete rağmen tasarruflarda ve güç kullanımında bulunamaz. Ben geldim bu ülkede şuraları ben kontrol ediyorum, buralar benim iktidar sahamdadır diyemez. Aksi halde, bir iç egemenliğin varlığından söz edilemez.

Dış Egemenlik ya da egemenliğin dış yönü, bir Devletin milletler arası ilişkiler alanında söz konusu olan egemenliğidir. Dış egemenlik, bir devletin, bir başka devlete tabi olmamasını, diğer devletler­den aşağı konumda olmamasını, dış ilişkilerde öteki devletlerle hukuken eşit bir konumda olmasını ifade eder. Dış egemenlik, uluslararası hukuk bakımından devletin bağımsızlığı ile aynı anlama gelir. Bağımsızlık, devletin, hür iradesiyle kabul ettiği sınırlamalar dışında uluslararası alanda başka hiçbir sınırlamaya tabi tutulamaması olarak kendini gösterir.

Devletlerin bağımsızlığı ilkesinin, “devletlerin egemen eşitliği” ve “harici devletlerin bir devletin içişle­rine karışmaması” şeklinde iki tür sonucu bulunmaktadır. “Devletlerin egemen eşitliği” ilkesi,  günümüzde devletlerarası ilişkilerin, “hukukî eşitlik” statüsüne dayanması manasına gelmektedir. Uygulamada her ne kadar devletler arasında iktisadî, askerî, siyasî vb. alanlarda değişen ölçülerde güç bakımından farklılıklar mevcut olsa da, her bir devlet milletler arası hukukta, haklar ve yükümlülükler bakımından eşit statüde kabul edilir. Egemen devletlerin içişlerine karışmama ilkesi, uluslararası sistemin geleneksel anlayışında merkezi bir değere sahiptir. Egemen eşitlik ilkesinin uluslararası hukuktaki en somut tezahürü, bir devletin iç işlerine harici müdahalelerin yasaklanmasıdır. Bir devletin siyasî rejimi ve millî yetki alanına giren konularla milletler arası toplumun ilgilenmemesi ve bu tür konular söz konusu olduğunda ilgili devlete müdahale edilmemesi gerekir.

İçişlerine karışmama ilkesi, Milletler Cemiyeti Sözleşmesinde (md. 15/8) ve 1965 Tarihli “Devletler Arasında Dostane İlişkiler ve İşbirliğine Dair BM Genel Kurul Kararı”nda (md. 2/7), 1970 Tarihli Devletlerarası İşbirliği ve Dostça İlişkiler başlıklı BM Genel Kurulu Bildirisinde ve 1981 Tarihli Devletlerin İç İşlerine Müdahale ve Her Türlü Karışmanın Kabul Edilemezliği başlıklı BM Genel Kurulu Bildirisinde kabul edilerek tanınmıştır. Buna göre bir devletin, başka bir devletin içişlerine hukuka aykırı olarak müdahale etmesinin en açık örneğini “kuvvet kullanma” oluşturur.

Milletler arası hukuka ve Anayasa Hukukuna göre, yukarıda izahı edilen açıklamalarla ABD’nin Suriye’de yaptıkları karşılaştırıldığında, ABD’nin bu ülkede fiili olarak yaptıklarının bağdaşırlığı yoktur. ABD için önemli olan milletlerarası hukukla ilgili kural ve ilkeler değil, kendi çıkarlarıdır. ABD, bunu sadece Suriye’de de yapmıyor. Afganistan’da yaptıkları, Irak’ta yaptıkları, Libya’da yaptıkları, Suriye’de yaptıklarından çok farklı değildir.

Bu durumda akla şu soru geliyor: “Acaba, özelde ABD, genelde Rusya, İran, vd. güçlü ülkeler için milletlerarası hukuk ne kadar geçerli ve bağlayıcıdır”?

Maalesef bu sorunun cevabı olumsuzdur. Gerek ABD, gerekse diğer bazı ülkelerin, Suriye gibi ülkelerin iç egemenliklerini ve bağımsızlıklarını yok sayan keyfî, çıkarcı müdahalelerinin milletler arası hukukla bağdaşırlığı mevcut değildir. Ya da bu ülkeler için, milletler arası hukukun gereklerinin hiçbir bağlayıcılığı ve kıymet-i harbiyesi yoktur. Kısaca “milletler arası hukuk, bazı zayıf, saftirik ülkeler için sınırlayıcı etkiye sahip ise de, ABD vb. ülkeler için, bunların menfaatleri gereği olarak bağlayıcılığı ve etkinliği yok hükmündedir”.

Bu vesileyle Rusya Savunma Bakanlığı sözcüsü Konashenkov’un ABD’nin Suriye’de petrol bölgesi için yaptığı silahlı koruma ve çıkarılan petrolleri yurt dışına kaçırması için yaptığı “devlet haydutluğu” nitelemesi haksız değildir. Bu politikaların devamı milletlerarası çatışmaları, kaosu tetikleyici mahiyettedir. Özellikle petrol ve diğer tabiî zenginliklere sahip her bir devlet, güç zafiyeti oranında, ABD ya da diğer güçlü Batılı devletlerin potansiyel tehdidi altındadır. Özellikle ABD’de petrol ve diğer zenginliklere yönelik sınır tanımaz doyumsuzluk ve elde etme emelleri ve politikaları sürdüğü müddetçe, milletler arası hukuk daha da zayıflayacak ya da yok olacak, daha çok çatışmalar yaşanabilecektir.

Özet olarak, ABD, bütün iç ve dış egemenlik ilkelerini yok ederek, kendi koyduğu kurallarla ülkelerin zenginliklerini elde edebilmek için her istediğini yapmaya çalışıyor. Ya bir “terör örgütü kurarak” bu örgütle ya da var olan bir terör örgütü ile mücadele etmek adına, işgal fiillerini gerçekleştirmekten imtina etmiyor. DAEŞ ya da bir benzeri terör örgütleri, petrol ya da benzeri tabiî zenginlikleri olmayan bir ülkede olsa, ABD kılını bile kıpırdatmaz. Çünkü orada, sömürülecek kaynaklar mevcut değil. Bu da gösteriyor ki, ABD’nin gerek Irak’ta, gerekse Suriye’de var olmasının asıl sebebi, DAEŞ ile mücadele etmek değil, buralardaki tabiî kaynaklara korsanca hükmetmektir. Bunun adı dünya ölçeğinde çeşitli ülkelerin kaynaklarını, kendi keyfî koyduğu kurallarla sömürmeyi amaçlayan korsanca uygulamalar, Konashenkov’un ifadesiyle “devlet haydutluğu”dur. Dünya barışı, bu sömürücü güçlerin dizginlenmesine, milletler arası hukukun kısmen de olsa ülkeler arasında geçerli olmasına, bu güçlü devletlerin de bu hukukun sınırlarına çekilmesine bağlıdır. Beş devletin Dünyanın geri kalan devletlerinden büyük olduğu ya da en azından beş devletin dünyanın geri kalan ülkeleri ile eşitlenmediği bir dünyada, ne milletler arası hukuktan, ne de barış ve sükûndan söz edilebilir.

* Kırıkkale Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi