Ana Sayfa Blog Sayfa 60

Babamın Ardından

1864’teki büyük Çerkes soykırım ve sürgünüyle o zamanın Osmanlı topraklarına göç etmek zorunda bırakılan ailemizin bu topraklarda yaşayıp hayatını kaybetmiş olan beşinci kuşağındandı babam. Çocukluğundan itibaren ailemizin Samsun’daki çiftliklerinde çalışmış ve çok küçük yaşlardan itibaren ailenin büyük çocuğu olarak önemli sorumluluklar yüklenmişti. Üniversite çağına geldiğinde diploması İstanbul’a yetişmediği için girmeyi arzu ettiği mühendislik fakültelerinin sınav tarihini kaçırıp aslında hiç aklında olmayan hukuk fakültesine girdiğini anlatırdı. Mezuniyetten sonra yedek subaylığı döneminde de Ağrı’da arazi kiralayarak çiftçiliğe devam etti ve Ağrı’da şeker pancarı yetiştiren ilk kişi oldu. Askerlikten sonra Samsun’da çiftçilik ve avukatlık yapmaya devam etti. 1970’li yılların başlarında babası ve amcaları kendisinin büyük itirazlarına rağmen çiftlikleri satmaya karar verdiklerinde, toprakların çiftliklerde çalışan köylülere kazandırılabilmesi için mücadele verdi. Sonra 80’li yılların ortalarına doğru tekrar serbest avukatlığa başladığı döneme kadar süren, Ankara’da kamu kurumlarında hukuk müşaviri olarak çalıştığı dönem başladı. Çiftçilik ve avukatlığın yanında, 60’lı yıllardan itibaren Forum dergisinde siyasi yazılar yazdı, 1972 yılında Türk Tarımı ve Toprak Reformu adındaki ilk kitabı yayınlandı. Ülkede serbest piyasa taraftarının hemen hemen hiç olmadığı o yıllarda kitap ve yazılarında kumanda ekonomisinin ve Sovyet sisteminin çökmekte olduğunu söyledi. Bu yıllardan beri kendisini liberal demokrat olarak tanımlamaktaydı.

Babamın hayatındaki en güzel gelişmelerden birisi, 1992 yılında Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan ve Bekir Berat Özipek’le tanışması oldu. O güne kadar kendisini Türkiye’de entelektüel alanda yalnız hissediyordu. Liberal Düşünce Topluluğu’yla birlikte, adeta babamın hayatında yeni ve güzel bir dönem başladı. 1992 yılında kurulan bu dostluk, hayatının sonuna kadar devam etti. Liberal Düşünce Topluluğu’nun kuruluşundan sonra babam avukatlığın yanında kitap yazmaya, gazete ve dergilere yazı göndermeye ağırlık verdi.

Babam tabiat olarak özgürlüğüne çok düşkündü. Liberalizmden başka bir siyasi çizgide olabilmesi bu yüzden mümkün değildi. Ceberrut devlet anlayışına korkmadan tepki gösterirdi. Örneğin Ankara’da sık sık yaşadığımız, devlet memurları ya da siyasetçiler geçebilsin diye yolların kapatılması durumunda çok öfkelenir, trafik polislerini dinlemez, polislerle kavga etme pahasına geçerdi. Çocukken bu beni çok korkuturdu elbette. Ya da bir devlet dairesinde kendi ifadesiyle vatandaşı adam yerine koymadıklarında rahatlıkla kavga çıkarabilirdi. Çok cesur bir adamdı.

Babam hayatın içinden gelmişti. Küçüklüğünden beri mal alıp satmış, üretim yapmış, maaş vermiş, sigorta ve vergi ödemiş gerçek bir hayat insanıydı. Bürokrasinin, bir tüccarın ya da bir insanın hayatında ne büyük zorluklar çıkardığını çocukluğundan itibaren yaşayarak öğrenmişti. Bürokrasinin gaddarlığına karşı vatandaşın tek sesini duyurma yolunun siyaset olduğunu söylerdi. Demokrasiye inanır, vatandaşın, alternatifler arasında her zaman en doğru seçimi yaptığını düşünürdü.

İnsan sadece çıkarlarının peşinden giden bir homoeconomicus değildir derdi babam. İnsanın merhamet, vicdan, diğergamlık gibi yüce vasıfları vardır, şerefi için düello yapar, bir dava uğruna tüm servetini harcayabilir derdi. Babamın yaptığı bu tanım kendisi için de geçerliydi. Çok merhametliydi. Maddi durumu yetersiz insanların davalarını ücretsiz takip ettiği çok olmuştu. Yıllar önce evin kapısını çalıp para isteyen bir adama verdiğim cevapta biraz terslediğimi düşünüp “oğlum senden sadece ekmek parası istedi” diye beni eleştirmişti. Fikirleri menfaatinden önce gelirdi, düşüncelerini söylemekten çekinmezdi, kendi deyimiyle kula kulluk etmezdi.

Sinop’taki Altınkaya Barajı yapılırken köyleri ve tarlaları kamulaştırılan köylülere devlet her zamanki uygulamasında olduğu gibi düşük bir kamulaştırma bedeli biçmişti. Babam bu köylüler adına dava açarak önce kamulaştırma bedellerinin artırılmasını istedi. Bu davaları kazandı, fakat devlet parayı ödemiyordu. Yüzde yüzlere varan enflasyon ortamında birkaç yıl içinde köylülerin alması gereken paranın neredeyse tamamı buharlaşıyordu. Devlet bu şekilde binlerce insanı açlığa mahkum etmişti. Babam bu resmi gaddarlık aleyhinde AİHM’de davalar açtı ve kazandı. Böylece AİHM’de mülkiyet hakkı konusunda verilmiş ilk kararı almış oldu. Meslek hayatındaki en büyük tatmini sanırım bu davalar sonucunda duymuş olmalı. Çünkü insan haklarını, mülkiyetin kutsallığını önemseyen, insanları seven ve devletin gaddarlığına kızan bir insanı daha mutlu edebilecek bir sonuç olamazdı.

Babam bir çiftçiydi, avukattı, yazardı. Tüm boş vaktini ailesiyle geçiren, çocuklarına hep sevecen davranan, bir kez bile sesini yükseltmeyen çok iyi bir eş ve babaydı. Cesurdu, çalışkandı, kibardı, merhametliydi, ahlaklı ve mertti. Müthiş bir hafızası, olayları muhakeme etme ve ifade kabiliyeti vardı. Siyasetin yanında tarihi çok severdi. Tarih dergilerinde yayınlanmış yazıları da vardı. Klasik batı müziği tutkunuydu. Son yıllarda yazı yazmaya biraz uzaklaşmış olsa da gündemi çok yakından takip ediyor, neredeyse bütün gün okuyordu. Okumaktan boş kalan vakitlerinde bahçesiyle ilgileniyor, kedisine bakıyor, bahçeye gelen diğer sokak kedilerini besliyordu. Hayvanları çok severdi, onlar için “Allah’ın bize emanetleri” derdi. Bir de sanırım en önemlisi, hafta sonlarını bekliyordu çocukları ve torunlarını görebilmek için.

Inarritu’nun Biutiful filminin başlangıç ve bitiş sahnelerinde Javier Bardem’in canlandırdığı Uxbal karakteri, öldükten hemen sonra babasının kendi yaşlarındaki haliyle bir ormanda karşılaşır ve baba oğul birbirleriyle şakalaşırlar. Bu acı dolu filmin adı gibi tek güzel sahnesi budur aslında. Babam gibi güzel bir insanı özlememek mümkün değil. Tesellim, iyi ve anlamlı bir hayat yaşamış olması, geride yarım kalmış bir işinin olmaması. Ve tabi ki filmdeki gibi babam ve diğer sevdiklerimizle başka bir boyutta tekrar karşılaşacağımızı biliyor olmak.

Liberal Düşünce Topluluğunun tüm üyelerine babamın vefatı sebebiyle göstermiş oldukları yakınlık ve dostluktan dolayı ailecek ne kadar teşekkür etsek az gelir. Bu sayının yapımında da emeği geçen geçmeyen tüm üyelere ve babamın dostlarına sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.

Yenal Berzeg
Girişimci, Kâzım Berzeg’in Oğlu

Ayrımcılık, İslamofobi ve Entegrasyon’la İlgili Yanlış Sorulara Doğru Cevaplar – Veyis Güngör

Avrupa Müslümanlarının ve tabii ki Türklerin her gün okudukları, karşılaştıkları ve tecrübe ettikleri birçok konuyu içeren küçük bir kitap var elimde. Bir çırpıda okunacak, zaman zaman başvurulacak bir el kitabı mahiyetinde. Liberte Yayınları arasında çıkmış bu rehber kitap, İstanbul Medipol Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Bekir Berat Özipek tarafından hazırlanmış.

Hem Avrupa’daki insanımızı, hem de Avrupalıları çok yakından ilgilendiren aktüel konular hakkında sorulan yanlış sorulara, doğru cevaplar verilmeye gayret edilmiş. Kitaptan örneklere geçmeden önce, kısa da olsa Özipek hocayı tanıyalım.
Uzun yıllar önce, Liberal Düşünce Topluluğu’ndan tanıdığım, Hollanda Türkevi Araştırmalar Merkezi’nde de programlara katılan Prof. Dr. Bekir Berat Özipek, 1989 yılında Hacettepe Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümünden mezun olur. Doktorasını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesinde yapan Özipek, 2007’de doçent, 2013’te ise profesör oldu. Hacettepe, Kırıkkale, Tokat Gaziosmanpaşa ve İstanbul Ticaret üniversitelerinde de görev yapan Özipek, ağırlıklı olarak çağdaş siyasi teoriler, insan hakları, akademik özgürlük, ifade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü ve azınlık hakları konularında çalışmalar yürütür. Liberal Düşünce Topluluğu Yönetim Kurulu Başkanı ve Liberal Düşünce Dergisi editörü olan Özipek birçok gazete ve dergide güncel yazılar yayınlar. Özipek, “serbestiyet.com” web sitesindeki yazılarıyla okuyucuyla buluşur.
Posta ile gönderme zahmetinde bulunduğu “Yanlış Sorulara Doğru Cevaplar” kitabında, Avrupa’da yaşanan onlarca günlük konuyu ele almış Özipek hoca. Bu konuların hepsi, elbette önemlidir. Bazıları şu şekildedir:
“İslam’daki ‘cihad’ ilkesinden savaşı teşvik etmiyor mu?”
“El Kaide ve DAEŞ gibi örgütler neden hep İslam coğrafyasında ortaya çıkıyor?”
“İslam dini diğer din ve inançlara karşı tahammülsüz mü?”
“Avrupalılar ırkçı mı?”
“Kıta Avrupası laikliği ayrımcılığı meşrulaştırmak için mi kullanılıyor?”
“Türkler neden yeterince entegre olamıyor?”
“Önyargılı, ayrımcı, ırkçı, anti-semitist veya İslamofobik olanlara Nazi suçlaması doğru mu?”
Bu ve benzeri onlarca soru soruluyor ve doğru cevaplar aranıyor kitapta.
Bir kaç örnek vermemiz gerekirse;
Avrupalılar ırkçı mı?
“Avrupa’da ırkçılığın arttığı doğru. Ama elbette tüm Avrupalılar ırkçı değil. Aslında “bütün Avrupalılar, bütün Müslümanlar, bütün Türkler, bütün kadınlar…” diye başlayan genellemelerden kaçınmak gerek. Tıpkı “bütün Türkler şöyledir, bütün Müslümanlar böyledir” türünden genellemeler gibi haksız ve rahatsız edicidir bu da. Irkçılık Avrupa’nın endişe verici boyutlara ulaşmış bir gerçeği; ama her şeye rağmen Avrupa onlardan ibaret değildir. “Avrupalılar ırkçı” demek, okulda size yardımcı olmak için elinden geleni yapan sevgili öğretmeninize haksızlık olur. Ama evet, bazı Avrupalılar ırkçıdır, son dönemde pek çok Avrupalı maalesef artık ırkçıdır; ama biliyoruz ki tüm Avrupalılar değil.”
Selefilik ve cihatçılık açıklamasını nasıl eleştirmeli?
“Sorun İslam’ın Selefi yorumu” veya “İslam’ın kendisi” demek, kolaycılıktan öte yanlış ve son 20 yılda yaşadıklarımızı açıklamıyor. Selefilik yeni çıkmış bir akım değil; İslam da yeni bir din değil. Cihat ayeti de yeni inmedi. İnsanlık yüzyıllarca bunu tartışmadı. Belli ki başka bir sebebi var yaşadığımız sorunun. Meselenin bakmamız gereken başka bir boyutu var.”
Avrupa İslamlaşıyor mu?
“Avrupa’nın İslamlaştığına dair hiçbir anlamlı veri yok. Ne insanlar kitleler halinde din değiştirip İslam’a dönüyorlar, ne de “İslamî yaşam biçimi” veya “İslamî değerler” başka inançlara doğru yaygınlaşıyor.”
Evet, böyle birbirinden ilginç ve bilinmesinde çok faydalar olan ‘yanlış sorulara doğru cevaplar’ veriliyor Bekir Özipek hocanın kitabında. Okunması, üzerinde düşünülmesi, tartışmalarda kullanılması belki de farklı dillere tercüme edilmesi gerekir. Kitap Liberte Yayınları’ndan info@liberte.com.tr temin edilebilir.
Veyis Güngör

29 Ocak 2019, www.veyisgungor.com

Hukuk Sistemimizi Güçlendirmek Adına Atılması Gereken Bazı Adımlar

0

Yaşanabilir bir ülke için liberal demokrasi ve gerçek bir liberal demokrasi için ise bağımsız ve tarafsız bir hukuk sistemi gereklidir. Kanımızca ülkemizin en önemli sorunlarından birisi (belki de en önemlisi) ise hukuk sistemimiz ve adalet teşkilatımızdır. Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu yana hukuk sistemimizin ve uygulamalarının pek çok eksiğinin olduğu, tarafsızlık ve bağımsızlığı ile ilgili şüphe uyandırıcı kararların bulunduğu ne yazık ki açıktır. Ancak gelinen noktada öyle kararlar vardır ki tarafsızlık ve bağımsızlıktan öte hukuk eğitimi ve meslek standartları ile ilgili şüphelere de yol açmaktadır. Ne yazık ki en temel hukuki ilkelerin çiğnendiği ve evrensel değerlerden uzaklaşıldığı, ceza davalarında kanunilik ilkesinin yok sayıldığı, keyfî tutuklamaların yaşandığı kararlara rastladığımız bu dönemde sosyal medyanın tepkisine göre hareket eden hakim-savcılarımız ile alenen avukatlık mesleği ile bağdaşmayan hareketleri (örneğin reklam yasağı, mesleği tacirliğe dönüştürme vb.) yapan avukatların varlığını gözlemlemekteyiz. Öte yandan oldukça yaygınlaşan ve neredeyse bir standardı olmayan hukuk fakülteleri ise bu sorunlara adeta katkı sağlamaktadır. Bu tip olayların ve kararların adalet sistemimizde yol açacağı travmalar ise uzun yıllar etkisi hissedilecek ve giderilemeyecek türdendir. Bütün bu durum yani hukuk sistemimizdeki aksaklıklar, ülkemizin her alanda gelişmesinin önündeki en büyük engeldir. Bunlarla beraber ülkemizde hukuk sorunu giderilirse ve ülkemiz gerçek bir hukuk devleti olursa, ülkemizin her anlamda güçlenmesi oldukça ivmelenir; bölgemizde ve küresel çapta oldukça etkin bir güç haline gelmesi hiç de zor olmaz. Türkiye gibi potansiyeli olan bir ülkenin önündeki en önemli engel ve problemlerinin başlıca sebebi hukuk sorunudur.

Baktığımız zaman hukuk sorunu; güven ve istikrar ortamıyla, ekonomik problemlerle, devletin sınırlarıyla, iktidarın manevra alanıyla, devlete olan güven ve millî şuurla, halkın huzuruyla dolayısıyla da bireylerin gelişimleri ile doğrudan ilgilidir. Siyasî ve toplumsal boyutu olan davaları bir kenara koyacak olursak; her gün cinayetlerin işlendiği, sürekli bir şekilde kadınların katledildiği, cinsel tacizin fazlasıyla arttığı, basit yaralamaların sıradanlaştığı ve infaz rejiminden dolayı cezaların caydırıcılığını kaybettiği, yargılamaların yıllar sürdüğü bir ülkede ilerlemenin ve gelişmenin olması beklenemez. Korku, kaygı ve kaos hâkim olur. Yargının önünde herkes eşit değilse, insanlar adalet sistemine güvenmiyorsa, hukukî öngörülebilirlik azaldıysa, siyasî davalar ve kararlar söz konusuysa durum daha da vahimdir. Ne yazık ki bugün ülkemizin en temel problemi tam olarak budur. Çeşitli anketlerde en az güvenilen kurumun adalet makamları ve hukuk aktörleri olması ise bu durumun ispatıdır.

Bu sorunlara yol açan temel sebeplerin kaynağına baktığımızda çoğunlukla kanunlarımızdan değil, uygulayıcılardan, hukuk aktörlerinden ve adalet teşkilatımızdan kaynaklı olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Kanunlarımız çoğunlukla evrensel standartlarla oluşturulmuş ve yenilenmiştir. Elbette çeşitli aksaklıklar vardır ancak bunlar diğer sorunlar düzeltildiğinde hızlıca düzenlenebilir. Hukuk sistemimizin en temel sorunları bana göre meslek mensuplarının standartları, ağır iş yükünün doğurduğu sonuçlar ve sisteme siyasal organların müdahaleleridir. Öte yandan hukuk eğitiminin son dönemine gelmiş bir öğrenci olarak işaret etmem gereken bir diğer sorun ise yargıçlarımızın gerekçelerindeki temel felsefî yaklaşımlar ve tercihlerdir. Mesela Wikipedia kararında Anayasa Mahkemesinde 10 oya karşı 6 oy verilmesi tartışılmalıdır. Elbette ki yargıçlar farklı düşünüp farklı gerekçelere sahip olabilirler. Ancak bu gerekçelendirmelerin temellendirmesi evrensel değerlerden, özgürlüklerden ve diğer temel liberal demokratik değerlerden uzaklaşmamalıdır. Ülkemizdeki yargıçlar geçmişten bu yana verdikleri pek çok kararda kanunları uygularken adeta evrensel değerler ile güvenlikçi yaklaşımlar arasında kalmışlardır. Oysa özgürlüklerin teminatı anayasadır ve evrensel değerlerden daha üstün bir değer olmamalıdır. Yargıçların bunu benimsemesi ise oldukça elzemdir. Bu aslında meslekî eğitim ile ilgilidir. Bu noktayla alâkalı olarak gördüğüm bir hususta, ülkemizde liberal değerlerin yerleşmesi açısından oldukça önemli çalışmalarda bulunan ve bir avukat olan Kâzım Berzeg şu ifadeleri kullanmıştır:

“Türkiye’de gelişmiş Batılı demokrasilerle en ziyade müşterek olan devlet fonksiyonunu ifa eden meslek mensupları hâkimlerdir. Bu gerçeğe karşılık meslekî eğitimleriyle en az ilgilenilen ve dış dünya ile en az teması olan meslek grubu da hâkimlerimizdir.”

Kâzım Berzeg’in parmak bastığı bu husus aslında çok önemli bir husustur ve mutlaka çözüm geliştirilmelidir. Adalet sistemimizde görev alan kişilerin yurtdışı eğitimleri ve görev sırasındaki eğitimleri arttırılmalıdır. Kaymakam adaylarına yapılan yurtdışındaki tezsiz yüksek lisans eğitimi hâkim-savcı ve bir kısım avukat stajyerleri için de getirilebilir. Bu şekilde hukukçular gelişmiş ülkelerde gözlemler yapabilecek, demokratik devletlerin reflekslerini gözlemleyebileceklerdir.

İkinci olarak ise yüksek lisans ve doktoralı meslek mensuplarına teşvikler arttırılmalıdır. Ayrıca sosyoloji, felsefe, siyaset bilimi, edebiyat, tarih gibi bölümlerde ikinci üniversite okunması veya yüksek lisans yapılması veya hukuk fakülteleriyle bu bölümlerin ortak ders sayısının arttırılması gibi yapılabilecek bazı düzenlemeler de hukukçuların perspektifleri açısından önemli olacaktır. (Bu noktada bazı ülkelerde hukuk fakültesinin ikinci üniversite olarak okunabilmesi şartı akıllara getirilmelidir.)

Üçüncü olarak ise hukuk öğrencilerinin veya hukuk aktörlerinin dil eğitimi -en başta Türkçe olmak üzere- mutlaka ele alınmalıdır. Sembolik olarak konulan Türk dili derslerinin bir anlamı ve yararı yoktur. Bir hukukçunun ciddi manada diline hâkim olması için gerçek eğitimlerin, kursların, seminerlerin verilmesi atölye (workshop) çalışmalarının yapılması gerekir. Örneğin deneme okumaları; Ahmet Haşim, Cemil Meriç, Ahmet Hamdi ve daha pek çok Türkçe’yi incelikle kullanan yazarlarımızın okutulması, incelenmesi, tahlil edilmesi ve hukuk fakültesi öğrencilerinin yazı yazabilmesi gibi konuların ele alınabilmesi üniversitelerde yaygınlaştırılmalıdır.

Öte yandan, ivedilikle, ülkemizde hukuk sisteminin düzelmesi için meslek mensuplarının standartlarının yükselmesi adına hukuk fakülteleri azaltılmalı, hukuk fakültelerinde ise dersliklerin öğrenci sayısı ayarlanmalıdır. 300 kişilik sınıflarda hukuk öğretimi verimli olamaz. Öğrenciler hocalarla temas kuramaz, sunum yapamaz, makale yazamaz, bilimsel araştırma yöntemlerine vakıf olamaz. Zaten bugün hukuk fakültelerinde işaret ettiğim bu hususlar oldukça eksiktir. Yine hukuk fakültelerinde mantık derslerinin olmaması, felsefe derslerinin azlığı, entellektüel birikime yönelik derslerin fazla olmaması da başlıca problemlerdendir. Ayrıca pek çok hukuk fakültesinde görülen yıllık ders sistemi ise öğrencilerin vizeler veya finaller yaklaşınca derslerle ilgilenmesine sebep olmakta, sınıf mevcudu sebebiyle alınamayan yoklamalar ise öğrencilerin derslere devam etmemesine neden olmaktadır. Bu durumların düzeltilmesi gerekir.

Meslek standardı sorununun çözümüne yönelik olarak yalnızca hukuk eğitimindeki değişiklikler veya meslek mensupları için yaşam boyu eğitim felsefesi çözüm olmayabilir. Bununla ilgili olarak mesleğe kabul sınavı düzenlemesi veya merkezî mezuniyet sınavı tartışılmaktadır. Son dönemde oldukça önemli bir adım olan yargı reformu ile zaten var olan hâkim savcılık sınavının yanında avukatlık için de sınav yapılması kararı alınmıştır. Bu doğru bir karardır ancak hâkim savcılık sınavından farklı bir sınav değil aynı sınavın mesleğe kabul sınavı olarak planlanıp belirlenen baraj puanını almak suretiyle stajlara başlanması (hâkim savcılık için ekstradan mülakat da yapılabilir) daha makuldür.  Bu noktada mutlaka değinmemiz gereken bir diğer konu ise hâkim savcı stajyerlerinin maaş alırken avukat stajyerlerinin ücret almasının yasak olmasıdır. Avukatların yanında ve adliyede staja başlayan stajyer avukatlar meslek büyüklerinden ‘harçlık’ almakta ve ağır iş koşullarında çalışmaktadırlar. Bu kabul edilebilir bir durum olmadığı gibi avukatlık mesleğinin saygınlığına da yakışmamaktadır. Bu konuyla ilgili ücret alınmasının yasallaşması veya çeşitli vakıflarla burs şeklinde destekler sağlanması (Adalet Teşkilatı Güçlendirme Vakfı vb.) şeklinde çözümler düşünülebilir.

Hukuk sistemimizin güçlenmesi ile ilgili olarak muhakkak atılması gereken bazı kanunî adımlar da vardır. Örneğin bu konuda; ceza kanunumuzda eksik bazı suçların varlığı, infaz rejimi ile ilgili düzenlemelerin eksikliği ve yetersizliği, cezaevleri standartları ve cezaevlerinin rehabilitasyon yönünün eksikliği, süresiz nafaka, terör kanunu, ifade hürriyeti gibi bazı sorunlardan bahsedilebilir. Savcıların yetkilerinin azaltılması ise “silahların eşitliği” ilkesinin sağlanması için gereklidir. Yine ilk atılacak adımlardan sayılabilecek bir diğer husus da HSK’nın bağımsızlığı ve tarafsızlığının gerçek manada sağlanabilmesi için gereken düzenlemelerdir. Sanıyorum yargı reformu paketlerinde de bu meselelerin bazıları ele alınacak ve bunlara ek olarak gözaltı-tutukluluk süreleri düzenlenecek, hâkimlere coğrafî teminat getirilecek, mahkemelerde ihtisaslaşma arttırılacak, daha adil yargılanmaya ilişkin düzenlemeler yapılacak, ifade hürriyeti ile ilgili bazı değişikliklere gidilecek ve bunlara benzer bazı önemli adımlar atılacaktır. Bu adımların devam etmesi ve ülkemizde hukuk sisteminin düzeltilip dünyanın en iyi örnekleri arasında anılması için çabalarımız sürecektir.

Hiç şüphesiz hukuk bir devletin en önemli unsurudur. Liberal demokrasilerin en önemli özelliklerinden birisi hukukun bağımsızlığı ve tarafsızlığıdır. Türkiye’nin güçlenmesi ve bölgesinde etkin bir güç olabilmesi için atması gereken en önemli adım hukuk sistemini güçlendirmesi ve bu yolla demokrasisini sağlamlaştırmasıdır. Bunun yolu ise burada bahsettiğim en temel sorunlara (meslek standardının düşüklüğü, hukuk eğitimi kalitesi, mahkemelerin tarafsızlık ve bağımsızlığı, bazı kanunî eksiklikler vd.) acilen çözümler bulunmasından ve evrensel temellendirmelere sahip normlar ile birikimli hukuk aktörleri yetiştirebilmekten geçmektedir.

Depremle Mücadele için Paradigma Değişikliği Şart – Enver Alper Güvel

Deprem, kadim çağlardan bu yana, kaosun en yıkıcı ve en sinsi manifestosudur.

Elazığ felaketinin bir kez daha gösterdiği gibi, ani  meydana gelen diğer doğal afetlerden farklı olarak bir takvimi, mevsimi ya da bilinen bir ön işareti yoktur. Öngörülmesi ve önlenmesi olanaksızdır. Frekansı düşük ancak yıkıcı etkisi son derece büyüktür. Her yerde, herhangi bir zamanda, habersizce vurur. Yerel, bölgesel ve ulusal ekonomilere çok büyük zarar verir. Meydana geldiği bölgelerdeki nüfusun sağlığına ve güvenliğine, ekonomik gelişmeye ve bölgesel altyapıya büyük zarar verir.

Jeolojik olayların politik sınırları da yoktur. Doğal olaylar küresel niteliktedir ve etkileri ulusal sınırların ötesine uzanır. Dünyanın afet direnci zayıf azgelişmiş ya da gelişmekte olan yörelerinde meydana gelen yıkıcı afetlerin sayıca ve şiddetçe artış trendi içinde olması da finansal piyasaların ve mal piyasalarının entegrasyonuna bağlı olarak küresel ölçekte etkili olabilmektedir. Depremler, özellikle de reasürans şirketleri aracılığıyla global ekonomik ilişkiler ağını da etkiler. Uluslararası ekonomik aktivite yanında uluslararası politik ilişkiler ve dünya barışı dahi etkilenebilecektir.

Doğal riskler karşısında insanın ontolojik nitelikteki can ve mal güvencesi gereksiniminin karşılanamaması, hâkim ekonomik ve politik kurumlara duyulan güvenin zayıflamasına; yerleşik kurumsal yapının meşruiyetini yitirmesine yol açma potansiyeli taşımaktadır. Bu durumda toplumla birlikte devlet de çaresizce enkaz altında kalabilecek ve bir politik çöküntü meydana gelebilecektir.

Bu özellikleriyle fiziksel, psikolojik, sosyolojik, ekonomik ve politik patalojilere kaynaklık eden deprem, insan varlığına, yaşamına ve mülkiyetine olduğu kadar sosyal, ekonomik ve politik sisteme de yönelik en yıkıcı doğal tehdittir. Dolayısıyla, özelde depreme, genelde ise bütün doğal risklere karşı fiziksel, ekonomik, politik ve sosyal yapıların direncinin artırılması da büyük bir zorunluluk taşımaktadır.

Afete Bakış Paradigması Değişmeli 

Geleceğin dünyası sağlıklı bir çevre, daha iyi yönetim sistemleri, daha çok bilgi, daha yüksek refah düzeyi ve sürekli öğrenme ilkeleri yanında ‘Doğal Afetlerden Kaçınma’ ile de karakterize edilmektedir. Doğal Afetlerden Kaçınma’nın sağlanabilmesi ise doğal afetlerin doğru algılanmasını engelleyen ve yok olmayı sıradanlaştıran yerleşik kaderci tutumun zayıflatılmasına; fedakârlığı normalleştiren görev odaklı zihniyet yapısının sarsılmasına; kapalı toplum yapısının ve bildiğini tekrar edip durma döngüsünün kırılmasına; doğal afetlerin, koordinasyon yeteneğini geliştirici sosyal, kültürel, ekonomik ve politik kurumsal iyileştirmelerin gerçekleştirilmesine bağlıdır.

‘Doğal afetlerden kaçınma’ amacı doğrultusunda 1990-2000 onyılını içine alan ‘Uluslararası Doğal Afet Azaltım Onyılı [IDNDR]’nda afet azaltımı amacına yönelik ‘risk’ temelli yepyeni bir kavramsal çerçeve geliştirilmiştir. Teolojik Retorik’e ve Doğal retorik’e karşı Sosyal Retorik’e dayanan bu alternatif kavramsal çerçeveye göre bir “doğal risk”in [depremin, selin, hortumun, kasırganın, volkan patlamasının, heyelanın vs.] “doğal afet”e afete yol açabilmesi için sosyal, ekonomik ve politik yapıyı tahrip etmesi gereklidir. Bu ise büyük ölçüde toplumun sosyal, ekonomik ve politik yapısına bağlıdır. Sosyal, ekonomik ve politik yapının direnci ne kadar yüksek olursa doğal risklerin negatif etkisi de o kadar düşük olacaktır. Bu çerçevede doğal afetin etkisini toplumun kültürel, sosyal, ekonomik, politik ve yönetsel yapısı belirleyecektir.

Kadim doğal afet problemi, yepyeni bir paradigmayla ele alınmaktadır. Bu yepyeni paradigmanın anahtar kavramı ‘azaltım’dır (mitigation). Azaltım Odaklı Afet Planlaması, ‘güvenlik ve koruma paradigması’na karşı ‘Toplumsal Yaşayabilirlik Paradigması’na dayanmaktadır. Temel hedef, dışsal yardımlara bağımlılığın azaltılması; doğal risk gerçekleştiğinde meydana gelecek afet etkisini minimize edecek bir fiziksel, sosyal, kültürel, ekonomik ve politik yapılanmanın başarılmasıdır.

Toplumsal Yaşayabilirlik Paradigması Nedir ?

Toplumsal Yaşayabilirlik Paradigması’na dayanan Azaltım Odaklı Afet Planlaması’nın temel ilkeleri şöylece belirtilebilecektir: Plan dökümanının nihai bir metin olarak tanımlanması yerine planlama süreci üzerinde odaklaşılmalıdır: Böylece afet planlaması kavramı, toplumların afet öncesi ve sonrası maddi ve sosyal koşullarına bağlı dinamik ve interaktif bir karar alma süreci, yani bir sosyal süreç niteliği kazanmaktadır. Bu yaklaşımda ‘kumanda ve kontrol modeli’ne karşı koordinasyon süreci vurgulanmaktadır: Buna göre iyi bir afet planlamasında otoritenin merkezileştirilmesine çalışmak yerine, bireyler ve örgütlerarası koordinasyonu vurgulayan bir modelin geliştirilmesine çalışmak çok daha uygun olacaktır. Bu model, bütün toplumsal kesimleri kapsamalıdır: Kriz dönemlerinde kendiliğinden ortaya çıkan [emergent] örgütlerin, sivil toplum örgütlerinin ve grupların, toplum liderlerinin kriz yönetimi süreci ile bütünleştirilmesi sağlanmalıdır.

Örgütsel yapı formel ve kurulmuş organizasyonlardan, “enformel organizasyonlar”a doğru genişledikçe doğal afetin direncinin güçleneceği öngörülmektedir. Merkeze karşı olağanüstü oluşumların yaygınlaşması, örgütsel çeşitliliğin artması örgütsel iyileşme anlamına gelmekte; doğal afet direncini artıracağı öngörülmektedir. Koordinasyon ilkelerine dayalı esnek bir kurumsal ortam, doğal risklere hazırlanmada, tepki göstermede ve toparlanma aktivitelerinde daha etkin rol alabilecektir. Bu çerçevede kamu kesimi de karar birimlerini ‘prim almaksızın’ her türlü riske karşı koruyacak, her sorununu çözecek, tehlikelere karşı güvence sağlayacak, ciddi ve alışılmadık bir doğal afet gerçekleştiğinde zararı tazmin edecek ex post bir sigortacı imajından bir an önce kurtarılmalıdır.

Sigortanın Caydırıcı Rolü

Bu noktada, kurumların ‘Güvenlik ve Koruma Paradigması’ yerine ‘Toplumsal Yaşayabilirlik Paradigması’nı benimsemesi büyük önem taşımaktadır. Kamu kesiminin, güvenlik paradigması yerine yaşayabilirlik paradigmasına göre yeniden yapılandırılması, onu prim almaksızın risk üstlenen bir kurum olmaktan da çıkaracaktır. Böylece hem devletin hem de toplumun yaşayabilirliği artacaktır. Bu çerçevede, örneğin Türkiye’de olduğu gibi, uluslararası üne sahip bazı deprem uzmanı jeologların, artık doğal risklerle başedemeyeceği tüm dünyada kabul edilen “Aydınlanmacı Akıl”a ve ‘Güvenlik ve Koruma Paradigması’na dayanarak devletçi ve merkeziyetçi ideolojik açıklamalar yapmaktan vazgeçmeleri, karar alma süreçlerini’nin iyileştirilmesine, sağlıklı enformasyon akışının sağlanmasına, kurumların ve bireylerin karar alma süreçlerinin iyileştirilmesi sürecine katkı sağlama açısından daha anlamlı olacaktır.

Bu süreçte özel sigortacılık aktiviteleri de doğal afet azaltımı açısından önemli bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Özel sigortacılığın azaltım güdüsünün kamu yönelimli sistemlerden daha yüksek olduğu ve her açıdan daha etkin olacağı öngörülmektedir. Çünkü sigortalar devletten farklı olarak prim karşılığı risk üstlenmekte; piyasa koşullarında kâr maksimizasyonu arayışında bir firma olarak üstlendiği riski de olabildiğince düşük tutmaya çalışmaktadır. Bu amaçla gelişmiş ülkelerdeki sigortalar yeni teknolojilerin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması, yapı kodlarının sağlamlaştırılması ve arazi planlaması sürecinde önemli rol oynamaktadır.

Deprem Demokrasi İlişkisi 

Kurumsal ortamın yeniden yapılandırılmasına temel alınacak “yaşayabilirlik, koordinasyon ve örgütsel çeşitlilik kriterleri”, demokratikleşme ile birebir ilişkilidir. Kâğıt üzerinde değil ama gerçek anlamda demokratikleşmiş ülkelerin doğal afetlere daha dirençli olduğu vurgulanmaktadır. Buna göre demokratikleşme, bütün çeşitliliği ile halkın doğal afet öncesi ve sonrası karar alma süreçlerine katılımını sağlayacaktır. Politik iktidarın denetlenmesini, keyfî aktivitelerinin sınırlandırılmasını, hukukun üstünlüğüne bağlı kalmasını sağlayacaktır. Devlet yönetiminde şeffaflaşmayı artırarak nepotizmi, rüşveti ve yozlaşmayı sınırlandıracaktır. Böylece arazi kullanımına ve bina kodlarına ilişkin teknik kriterlerin uygulanmasını ve denetimini etkinleştirecektir.

Sonuç olarak, doğal afetler ‘kader-i mutlak’ değildir. Deprem başta olmak üzere bir doğal riskin doğal afete dönüşme potansiyeli, her toplumun sosyal, politik ve ekonomik kurumsal yapısıyla yakından ilintilidir. Bireylerin, grupların ve kurumların patolojileri tedavi edilerek, içsel mekanizmalar ve bağışıklık sistemi geliştirilerek doğal afet direnci artırılabilecek, tahribatlar azaltılabilecektir. Bu süreçte kamu kuruluşları, özel sektör, sigortalar, para ve sermaye kuruluşları, siyasal partiler, devlet dışı kuruluşlar, sivil toplum örgütleri, üniversiteler ve çeşitli toplumsal kesimler arasında işbirliği ve koordinasyonun sağlanması son derece önemlidir. Bu işbirliğinin ve koordinasyonun başarılamaması, gelecek nesillerin yıkımına yol açacak sonuçlar doğuracaktır.

Yakın gelecekte büyük bir deprem beklenen İstanbul ya da herhangi bir bölge için hazırlanan merkeziyetçi ‘afet senaryolarının’ geçerliliği de bu anlamda sorgulanmaya açıktır. Sürekli bir değişimin yaşandığı kaosun eşiğinde ancak her kese açık ve özgür bir bireysel ve örgütsel etkileşim ve öğrenme süreci, doğal afet direnci herhangi bir ‘akıl’ın ya da ‘planlama birimi’nin öngörebileceğinden çok daha yüksek bir dinamik sistemi kendiliğinden oluşturacaktır.

Bu süreçte doğal bilimciler kadar sosyal bilimcilere de önemli görevler düşmektedir.

2001’de İMKB tarafından yayınlanan Doğal Afetlerin Politik Ekonomisi: Doğal Riskler ve Afet Planlaması adlı kitabım bu konuda çalışmak isteyen sosyal bilimcilere katkı sağlayabilir.

Prof. Dr. Enver Alper Güvel, İktisatçı

Devletçiliğin Kaçınılmaz Çöküşü

0

Türkiye’nin siyasi kültüründe hâkim renk devletçilik. Siyasi profiller, partiler arasında temel ortaklık-benzerlik devletçi olmak. Hemen her parti doğrudan veya dolaylı olarak, farkına vararak veya varmayarak, diğerlerini ya yeteri kadar devletçi olmamakla ya da yanlış istikamette devletçi olmakla itham etmekte.

Devletçilik, neredeyse her toplumsal problemin çözülmesinin ve tüm toplumsal iyiliklerin yapılmasının devletin görev alanı ve gücü dâhilinde olduğunun kabul edilmesine dayanan bir siyasî felsefedir. Devletçi felsefe, devletin tüm toplumsal alanlara müdahale ederek sorunları çözmesini ister ve bekler. Daha somuta indirerek söylersek, devletçi anlayışa göre, devlet vatandaşların beslenme, eğitilme, konut edinme, istihdam edilme, ücretli tatil, sosyal güvenlik şemsiyesi altına alınma gibi ‘temel’ ihtiyaçlarını karşılamakla mükelleftir.

Bu anlayış sadece Türkiye’de karşımıza çıkmıyor, bu anlayış tüm dünyaya egemen. Kapitalist olduğu söylenenler de dâhil olmak üzere hemen  hemen tüm ülkelerde devlet en büyük (en fazla sayıda insanı istihdam eden) işverendir; eğitimin ve sağlık sektörünün patronudur; sosyal güvenlik aşağı yukarı sisteminin tek sahibi veya merkezidir. Politik ekonomi literatüründe devletin bu kadar genişlemiş ve birçok sivil alanı işgal etmiş hâline refah devleti veya katı devlet adı veriliyor.

Devletçi siyasî felsefe ve ekonomi anlayışı niçin bu kadar baskın ve yaygın?

Bunun elbette çeşitli sebepleri var. İlk ve en önemli sebep, devletin yapısal kapasitesi hakkında abartılı bir iyimserliğin bir şekilde zihinlere sinmiş olması. Bunun iki ayağı var; biri devlet dışında, diğeri devlet içinde. Devlet dışında, yani sivil vatandaşlar arasında, devlet neredeyse sonsuz kaynağa, güce, enerjiye sahip bir yarı-tanrı gibi algılanmakta. Devletin istenen-istediği her şeyi yapabileceği; tüm meselenin onu gerekeni yapmaya ikna etmek veya onun gerekeni yapmayı akıl-murat etmesi olduğu kabul edilmekte. Sivil vatandaşlar, buna paralel olarak, kendileri açısından, devletten arzuladıkları her şeyi talep etmelerinin meşru ve rasyonel olduğunu düşünüyor. Herkesin bunu yaptığını görüyor ve onlardan geri kalmak istemiyor. Devlet içinde, yani devlet görevlileri (yani iktidardaki politikacılar ve bürokratlar-üst seviye memurlar) arasında da, vatandaşlar arasındaki kadar güçlü olmasa bile, devletin son derece güçlü ve muktedir olduğu kanaati hâkim. İlginç bir şekilde, demokrasi her iki kesimi de devletten daha çok talepte bulunmaya teşvik ediyor. Hayatın yükünü bedavaya hafifletmek isteyen vatandaş isteyebileceği kadar istiyor, vatandaşın oyunu almak isteyen siyasetçiler vaat edebildiği kadar vaat ediyor.

İkinci sebep, sivil vatandaşlarla kamusal görevde olanlar (yani politikacılar ve bürokratlar) arasında hayalci ayrımlar yapılması. Bunu şu şekilde de açıklayabiliriz: Popüler kültürde sivil hayat içinde insanların kendi iyileri, iyilikleri, menfaatleri peşinde koştuğu, kamusal görev alanlarındaki insanların ise diğergam olduğu, sadece kamunun iyiliği ve çıkarı için çalıştığı kabul edilir. Oysa, iktisat ilmi, özellikle Kamu Tercihi Okulu, politikacıların ve bürokratların da diğer insanlar gibi rasyonel, fayda  maksimizasyonu peşinde koşan özneler olduğunu gösteriyor. Başka bir deyişle bu bakımdan seçmen kitlesiyle bürokrat-politikacı kitlesi arasında çok fark yok.

Üçüncü sebep, beşerî hayatın temel gerçekleri olan kıtlık ve bilgisizlik (sınırlı bilgililik) olgusunun devlet söz konusu olduğunda ortadan kalktığının sanılması. Devlet dediğimiz şey bir insan grubu, bir beşerî organizasyon. İnsanların devlet adı verilen bir yapılanmada biraraya gelmesi kıtlık ve bilgisizlik vakasını ortadan kaldırmaz. Öyle olsaydı, insanın refah mücadelesi ya tamamen ortadan kalkar ya da çok kolaylaşırdı. Kıtlık ve bilgisizlik tekil insan ve sivil insan grupları için hangi zorlukları, engelleri yaratıyorsa devlet için de aynı zorluk ve engelleri yaratacaktır. Yani devlet asla alim-i kül ve kadir-i mutlak olamayacaktır. İnsanların yukarıda kısaca ifade ettiğim yargılara kapılmasında iki faktör etkili oldu: Hadiseler ve düşünceler. Piyasaların önündeki engellerin kalkması ve piyasaların gittikçe genişleyen ölçülerde bütünleşmesi muazzam bir zenginliğe ulaşmanın kapılarını açtı. Artan zenginlik talepleri patlattı ve demokratik siyaset talepleri karşıladığında seçmenlerin oylarını bir nevi satın almayı kolay ve gerçekleştirilebilir kıldı. Baş döndürücü zenginleşme üretimin önemini gözden kaçırıp sadece veya ağırlıklı olarak yeniden dağıtıma dayanan ve dağıtım aracı olarak devleti merkeze oturtan düşünce çizgilerinin patlamasına ve yaygınlaşmasına yol açtı. Devletçi düşünce işte bu ortamda yeşerdi, kökleşti ve insanların zihnini adeta esir aldı.

Devletçi ekonomik ve siyasî modeller hem etkinlik hem de ahlâk ve adalet problemleri yarattı. İçinde bulunduğumuz dönemde, yaygın tabirle, devletçilik denizi bitti. Kaçınılmaz biçimde insanlık refah devletlerinden geri adımlar atıyor. Burada öncülüğü bir zamanlar refah devletini kurmakla başı çeken coğrafyalar yapıyor. Ancak, bu çok kolay ve hızlı bir süreç olmuyor. Hayat ve düşünce alışkanlıkları mütemadiyen sıkıntılar yaratıyor. Ne olursa olsun, süreç devam edecek. Uluslararası ilişkilerdeki gerilimler ve kutuplaşmalar, devletleri ve devletçiliği öne çıkarıyor gibi görünse de, uzun vadede, beşeriyet için çok daha önemli olan, devletçiliğin fiilen gerilemekte olduğu gerçeğini değiştiremez.

Elazığ Depremi, Yaşadıklarımız ve Düşündürdükleri

0

24 Ocak Cuma günü saat 11’de son vize sınavıma girmiştim. Sınavlarımın verdiği yorgunlukla ve tatile girmenin heyecanıyla ilk uçakla memleketim olan Elazığ’a geçtim; bir an evvel ailemle vakit geçirmek istiyordum. 20.55’te hep beraber çay içiyorken o ürkütücü anları yaşadık. Evimizin bulunduğu yere, çocukluğumdan beri oturduğumuz mahalleye, Mustafa Paşa Mahallesine, korku ve endişe hâkim olmuştu. Evimizin az ötesinde iki bina yıkılmıştı. İnsanların yüzlerindeki o korkuyu ve o anları burada anlatamam, kelimelerim yetmez… Allah beterinden saklasın. Geçmiş olsun dileklerinde bulunan tüm dostlarıma da yazımın başında teşekkür ederim.

Bu depremin yaşattığı duygu yoğunluğunun yanı sıra düşündürdüğü çok şey de oldu benim için. Zaten bu yazıyı kaleme alma amacım da bu düşüncelerimi derli toplu hale getirip, sizlerle paylaşabilmek ve kayıtlara düşebilmektir.

Her şeyden evvel tüm memleketin desteklerini Elazığlılar olarak iliklerimize kadar hissettik. Tüm yurttan gelen maddi manevi desteklerin burada insanların yaralarını sarmaya yardımcı olduğuna şahidim. Hem vatandaşlarımız hem de devletimiz ilk andan beri bizimle oldu.  AFAD, UMKE, Kızılay başta olmak üzere daha pek çok arama kurtarma ekibi ilk saatlerden beri büyük bir titizlik ve gayretle arama kurtarma çalışmaları başlattılar. Elazığ’da yıkılan 5 binada da insanlar için seferber oldular. Çadırlar kuruldu, kamu kurumları insanların hizmetine açıldı, temel ihtiyaçlar dağıtıldı. Koordinasyon iyiydi ve bu çalışmalar halen sürüyor. Bakanın açıklamasına göre 3 gün içerisinde hasarlı binalar yıkılacak (ciddi sayıda hasarlı bina var) 10 gün içerisinde 1000 aile için konteyner kent kurulacak.

Bütün bunlar için emeği geçen herkese bir kez daha tüm samimiyetimle teşekkür ederim. Emeği, çabası, duası bizimle olan herkese tüm yüreğimle teşekkür ederim.

Yazının bundan sonra kısmında ise bir daha böyle acılar yaşamamak adına bazı tespit ve gözlemlerimi yazacağım:

Öncelikle insan hayatından daha kıymetli hiçbir şey yoktur gerçeğini bir kez daha vurgulamam gerekiyor. Bu deprem beklenen bir depremdi, akademisyenlerin “olacak, gelecek” dediği bir depremdi. Sürpriz değildi. Zaten birkaç yıl evvel 5.6 şiddetinde bir deprem yaşamıştık ve kayıplarımız olmuştu. Bu bölge deprem bölgesi, biliyoruz, biliyorduk. Peki tedbir alınmış, hazırlıklı ve dayanaklıyız diyebiliyor muyuz?

California’da Temmuz 2019’da 6.9 ve ardından 6.4 şiddetlerinde iki deprem meydana geldi. Şükürler olsun ki can kaybı yaşanmamıştı. Elazığ’da ise 6.8’lik depremde 39 kişi hayatını kaybetti. Biz 6.8 şiddetindeki depremde; deprem bölgesi olmasına rağmen neden 39 kişiyi kaybediyoruz?  Neden gerektiği gibi depreme karşı iyi ve hazırlıklı durumda değiliz?

İşte şimdi bunları sormamız gerekiyor ki bundan sonrası için mesafe alabilelim.

Örneğin Prof. Dr. Naci Görür, “Elazığ için kentsel dönüşümün projesini yıllar önce  yaptık ve yetkililerle paylaştık” (2007)  demesine rağmen neden bu proje kaale alınmadı ve gereken hızda yapılmadı, bunu sormamız gerekiyor.

Örneğin Elazığ’ın Ataşehir Mahallesinde ve Mustafa Paşa Mahallesinde daha yeni yapılan, birkaç yıllık binaların bile ağır hasar almış olması neyi ifade ediyor?

Kentsel dönüşümün, depremin olacağı apaçık belli olan yerlerde daha hızlı şekilde yapılması ve önemsenmesi gerekirken neden hızlandırılmadı? Mesela 5.6lık Sivrice depreminden sonra neden kerpiç evlere öncelik verilmedi? (Bu depremde bazı köyler maalesef dümdüz olmuş durumdadır.)

Şimdi burada deprem vergisinden, risk analizi yapıp binaların denetlenmesinden ve dönüştürülmesinden (mesela Elazığ için kime sorarsanız sorun, zeminden kaynaklı olarak Sürsürü risk bölgesidir, Mustafa Paşa eski yapılanmadır vs.), bunların çok da zor olmadığından nice saçma işlere harcanan paralardan falan bahsetmek istemiyorum. Zaten bu tip şeyler bahane de olamaz. İNSAN HAYATINDAN KIYMETLİ HİÇBİR ŞEY YOKTUR. Bu noktada gereken daha gayretlice yapılabilirdi, yapılmamış. Sadece yetkililer değil;  milletçe böyle bir önceliğimiz ne yazık ki gerektiği düzeyde olmamış, gayret göstermemişiz. Başımıza gelmeden de anlayamıyoruz. Yapılan kıyaslamalar için de ayrıca ifade etmeyelim ki ben 99 depreminde üç yaşındaydım, hatırlamıyorum. Bizim neslimiz için kıstas 99 depremi değildir, olamaz. California’dır, Japonya’dır standardımız. Ve bu standartlardan çok uzak olduğumuz maalesef apaçık ortadadır ve bari bundan sonrası için bu böyle olmasın diyedir çabamız.

Öte yandan Elazığ’da hemen herkesten duyduğum bir durum var ve mutlaka yazımda yer vermem gerekiyor; yıkılan 5 bina var, bu 5 binada arama kurtarma 3 günde ancak sonuçlandırıldı. 20 bina olsaydı, 30 bina olsaydı hız bu şekilde mi ilerleyecekti? Yoksa başkaca ekipler yönlendirilmek üzere hazır bekletiliyor muydu? Bilmiyorum, bilmiyoruz ve bu husus çokça konuşuluyor. Eğer bu yazıyı okuyan bir yetkili olursa umarım bu konuya açıklık getirir. Eğer yeterli ekip yoksa da gereken artırıma gidilir. Çünkü bu deprem öngörüldüğü gibi şimdi de Bingöl-Elazığ, Çelikhan-Maraş ve İstanbul bölgelerinde 7 üstü deprem bekleniyor/ öngörülüyor.

Ve bir başka husus ise halkımızın deprem gerçeği noktasında yeterli bilgiye sahip olmayışı… İlk saatlerde adeta bir kaos ortamı vardı. Korku paniğe yol açmıştı. İnsanlar ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Ne yazık ki depremin hemen ardından Elazığ’da trafik kilitlenmişti.  Ambulanslar ve itfaiye ekipleri bu noktada zorluklarla karşılaştılar. Toplanma merkezleri ise yetersizdi. Mesela depremin en şiddetli hissedildiği mahallelerden olan Mustafa Paşa Mahallesinde (yerelde bu mahalleye Seko/Sako Mahallesi denir)  toplanacak geniş bir alan yoktu. Zaten binalar çok yakın yapılmıştı. Tekrar ediyorum, açık alanlar ve toplanma merkezleri yetersizdi.

Bütün bunları düşündüğümüzde sizce bu acıların yaşanması tesadüf mü? Değil. Bu acılar göz göre göre gelen acılar. Ve bu son yaşanan artık ders olmazsa yine yaşanması çok muhtemel olan acılar.  Eğer bu acılardan ders çıkarmazsak, “hızlı müdahale ettik, gelişmişiz, tamamız artık” dersek “insan hayatı en muteber değerimiz olmazsa” çok daha acı tablolar yaşayacağımız aşikârdır:

  • Deprem şehirlerinin bir dönüşüme ihtiyacı vardır. Ayrıca yapı denetimi arttırılmalıdır. Risk analizleri yapılmalı belli bölgeler hızlıca dönüştürülmelidir.
  • Yönetmelikler değişmelidir. Yapı tekniği ve kalitesi arttırılmalıdır.
  • Elazığ adına çok rahatlıkla ifade edebilirim ki bu şehrin imarı, kent planlaması yoktur, bozuktur. Eğer düzeltilmezse ve bu bir an evvel yapılmazsa yeni acılar YAŞANACAKTIR.
  • Halkın bu hususta eğitilmesine ihtiyaç vardır. Hem de bu çok elzemdir. Hatta deprem şehirlerinde halkın bir kesimine sivil savunma/arama kurtarma eğitimi verilebilir. Tatbikatlar ise usulen değil, gerçekten ve önemsenerek yapılmalıdır.

Hepimiz biliyoruz, deprem önlenemez ancak can kaybı ve hasar önlenebilir. Buradaki gözlemlerim ve tespitlerim siyasetten kesinlikle bağımsızdır, bu milletçe bizim sorunumuzdur. Bir daha asla yaşanmaması için bunu yapmak ve bunun yapılması için adeta sivil bir dayanışma kurup mücadele etmek zorundayız. Çok basit birkaç tedbirle insanların hayatı kurtarılabilir, yaşanabilecek acılar engellenebilir.

Bu acıların bir daha yaşanmaması temennisiyle, hepimize geçmiş olsun!

Elazığ Depremi: Gözlemler ve Düşünceler

Geçmiş olsun

Türkiye kaderi olan bir gerçeği geçen Cuma gecesi Elazığ ve çevresinde tekrar tecrübe etti. Büyük sayılacak bir deprem bölgeyi salladı. Her deprem gibi bu deprem de insan kaybına ve maddî tahribata sebep oldu. Depremde hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, yaralananlara acil şifalar diliyorum. Bölge halkına ve tüm milletimize geçmiş olsun diyorum.

Deprem günlerdir, doğal olarak, ülke gündeminin ilk sırasında. Ben de olanı biteni yakından takip etmeye çalıştım ve daha geniş bir çerçevede bazı tespitler yapıp düşünceler geliştirdim. Bunları okuyucuyla paylaşmak istiyorum.

Yine de şanslıyız!

Hep söylendiği gibi Türkiye bir deprem ülkesi. Bu gerçeği değiştiremeyiz. Aslında dünyanın her yerinde her an deprem olması mümkün ve zaten oluyor. Ancak, bazı yerler depremden neredeyse hiç fark edilmeyecek kadar az etkilenirken diğer bazı yerler derin ve yaygın tesir altında kalıyor. Bir deprem ülkesiyiz ama bu bakımdan yine de dünyanın başka bazı yerlerinde yaşayan insanlardan daha şanslıyız. Büyük Okyanus’un Doğu ve Batı havzası dehşet verici derecede büyük ve yıkıcı depremlere yatak oluyor. Endonezya gibi ülkeler de. Buralarda her an bizim alışkın olduğumuzdan çok daha şiddetli depremlerin vuku bulması ihtimâli var.

Dünyamızın merkezi bir alev topu. Yani biz insanlar aslında bir alev topu üzerinde oturuyor ve yaşıyoruz. Patlayan yanardağlar, hareket hâlinde olan büyük kara parçaları insanlığın sıradan hakikati. Buna rağmen bunlardan kaynaklanan tehlikelerin potansiyel tesirlerini azaltacak yaşama alanları kurmak mümkün. İnsanlık bu bakımdan epeyce mesafe aldı, daha da alacağına şüphe yok. Japonya gibi ülkeler daha şiddetli depremlere karşı çok daha dayanıklı ve hazır durumdalar.

Türkiye’nin deprem gerçeğine uyanması!

Türkiye deprem gerçeğine 1999 Büyük Depremi ile uyandı. Öncesinde de depremler olmuştu ama etkiledikleri insan kitlesinin daha küçük ve iletişim araçlarının ve platformlarının bugünkü kadar gelişmemiş olması bu depremlerin 1999 depremi kadar toplumu etkilemesine ve hafızalarda iz bırakmasına izin vermedi. Bu yüzden Türkiye’nin aslında yaklaşık 20 yıldır bilinçli bir şekilde depremle ilgilendiğini söylemek mümkün. Bu süre zarfında ne yapıldı? “Her şey yapıldı geriye yapacak hiçbir şey kalmadı” demek yanlış elbette, ama “hiç bir şey yapılmadı her şey eskisi gibi” demek de pek doğru ve haklı gözükmüyor. 1999 depreminde devlet iflas etmişti veya hiç yoktu. Kamu (ordu, merkezi idare organları, Kızılay vb.) 72 saat ortaya çıkamadı. Sivil toplum unsurları çok daha hızlı bir şekilde devreye girdi. Bu da gurur ve umut verici bir durumdu. Bu depremde kamu otoritesi daha hazırlıklı olarak ve gayet hızlı şekilde devreye girdi. Cumhurbaşkanı’nın talimatıyla üç bakan bölgeye gitti. Onların idaresinde çok iyi bir koordinasyon yapıldı. Kurtarma ekipleri sayı, eğitim, motivasyon ve araç-gereç bakımından yeterliydi. Ekipler çok azimli ve kararlı çalışmalarla enkaz altında kalan birçok insanın hayatını kurtardı. Elbette bu başarıda deprem sonrası uğranılan yıkımın nispeten küçük olmasının da tesiri vardı. Allah korusun, daha kalabalık bir alanı etkileyecek daha büyük bir depremin yıkımını aynı çapta hazırlıklı ve hızlı şekilde karşılamak zor olabilir.

Hiçbir şey yapılmamış mı?

Türkiye bir deprem ülkesi ve bu yüzden mevcut konut-bina stokunun büyük bölümünün yenilenmesi gerekiyor. Bu, ikide bir “ülkede sadece inşaat yapılıyor başka da bir şey yapılmıyor” diyenleri utandırması gereken bir gerçek. Elbette yeni ve sağlam inşaatların yapılması gerekiyor. Nitekim kamuya yansıyan bilgilere göre Elazığ ve Malatya’da gerçekleşmiş olan kentsel yenilenme muhtemel hasarı azaltmış.  Türkiye gazetesinde köşe yazarı Yüksel Koç bu konuda şu bilgiyi verdi
( https://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/yucel-koc/611911.aspx ):

“Kentsel dönüşüm kapsamında bugüne kadar 1 milyon 350 bin konut yıkılıp, yenilenmiş.

Bu sayede 5 milyondan fazla insanımızın can güvenliği sağlanmış.

Maliyeti ise 13 milyar lira olmuş.

Az mı?

Bakın bu binalardan 4 bin 671’i Elazığ’da, 2 bin 851’i Malatya’daymış.

Anlamı şu;

Elazığ’daki acil yıkılması gereken binaların yüzde 90’ı, Malatya’daki riskli binaların ise yüzde 72’si yenilenmiş.”

Bu gayet sevindirici bir durum. Demek ki kentsel dönüşüm hemen her şehirde devam ediyor.

Uzmanların iktisat bilgisi ihtiyacı

Her deprem sonrasında olduğu gibi bu sefer de televizyon ekranları deprem uzmanlarıyla doldu taştı. Çoğu akademisyen olan uzmanlar yararlı açıklamalar yaptılar ve çeşitli uyarılarda bulundular. Ancak, bu uzmanların anlamsız sözleri de vardı. Meselâ bazıları bu depremi tahmin ettiklerini ve gerekli uyarıları yaptıklarını ama uyarılarına kulak asılmadığını söyledi. Bu ne demek? Kulak asılsa ne yapılacaktı? Depremin önüne mi geçilecekti? İnsanlar kasabalarını, şehirlerini terk edip başka yerlere mi gidecekti? Nereye? Yoksa tüm kasabalar ve şehirler hemen yıkılıp yeniden mi inşa edilecekti? Nasıl?

Daha önce de söylediğim gibi üniversitelerin –tıp ve mühendislikler en başta olmak üzere- her ama her bölümüne sağlam ekonomi -ki bu piyasa ekonomisi bilgisi demektir- dersleri konması şart. Piyasa ekonomisi bilgisi olmayanlar hayalden öteye geçmeyen talepler ortaya koymakta zorlanmıyor. Bunun sebebi ekonominin ne olduğunu, nasıl işlediğini, hayatın her alanını nasıl kuşattığını ve bunun sonuçlarının ve gereklerinin neler olduğunu bilmemeleri.

Depremle mücadelenin ekonomik boyutu!

Deprem için yapılması gerekenlerin bir kısmı fazla maliyet yüklemeyebilir. Bunlar daha ziyade bir bilinç meselesi. Küçük, devrilmeyecek eşyaların tercih edilmesi, büyük eşyaların duvarlara monte edilmesi gibi. Ayrıca vatandaşlar ev-ofis kiralar veya satın alırken talip oldukları binaların deprem yönetmeliğine uygun yapılıp yapılmadığını da sıkı sıkıya kontrol etmeli. Onların bu talebi konut-bina  arzının deprem standartlarına uygun olarak yapılmasını veya eski binaların onarılmasını teşvik edecektir. Kamu otoriteleri -yani mahallî idareler- de inşaat izin taleplerini deprem yönetmeliği açısından ince eleyip sık okuyarak değerlendirmeli. Ancak, bunların ötesine geçip şehirler topluca yıkılıp sıfırdan inşa edilebilirmiş gibi konuşmak aklın ve hayatın gerçeğine aykırı. İnşaatlar hangi standartta olursa olsunlar bir ekonomik kaynak meselesidir. Daha yüksek vasıflı inşaat daha fazla harcama gerektirir. Toplum tüm kaynaklarını tahsis etse bile bugünden yarına konut-bina stokunu tamamen yenileyemez. Çünkü hayatın diğer ihtiyaçları da kesintisiz olarak tüketilmek ve dolayısıyla üretilmek zorunda. Öbür taraftan zaman da bir ekonomik faktör ve gittikçe artan miktarda kaynak yeni inşaatlara tahsis edilse bile inşaatların kaçınılmaz bir zaman girdisi mevcut. Ülke zenginleştikçe her şeye olduğu gibi inşaatlara ayrılan kaynaklar da artacak ve konut-bina stoku gittikçe artan bir hızla yenilenebilecektir. Bundan dolayı deprem uzmanı mühendislerin -bazı tıpçılar gibi- abartılı yorumlardan ve irrasyonel ekonomik taleplerden uzak durması gerekiyor. Örnek olsun diye söyleyelim, İstanbul’da kentsel dönüşüm hızlanarak devam etmelidir, ama İstanbul’u tamamen yıkıp yeniden yapalım türü yaklaşımlar saçmalıktan başka bir şey değildir. Yeterli yenilenme ancak zaman içinde ve peyderpey gerçekleştirilebilir. Uzmanlar sağduyu ve sorumluluk içinde hareket etmezse ne olur? Toplum ya paniğe düşürülmüş ya da teslimiyetçiliğe itilmiş olur.

Depremler ulus –bazen insanlık- çapında afetlerdir. Deprem insanlar ve hükümetler arasında siyasî görüş ve dinî inanç ayrımı yapmaksızın zarar verir. Ayrımı tabiat değil insanlar yapıyor. Birinin afeti başka birinin sevinci olamaz, olmamalıdır; bu insanlığa yakışmaz. Bu yüzden depremleri yıkıcı, bölücü, ayrımcı, aşağılayıcı, dışlayıcı, kışkırtıcı sosyal ve siyasî mesajların aracına çevirmek, depreme maruz kalmış bölgelerin insanlarını toptan karalamak ve aşağılamak çok yanlış ve çirkin. Ve de utanç verici. Maalesef bu deprem sağduyu sahibi zannettiğimiz bazı kimselerde bile bu tür çirkin tavırların tezahürüne ve bunların ağızlarından ve kalemlerinden iğrenç sözlerin çıkmasına sebep oldu. Bunları ve faillerini ayıplıyorum, kınıyorum…

Son olarak dikkat çekmek istediğim iki nokta daha var.

Çok merkezli medya!

İlk nokta medyaya ilişkin. Türkiye’nin basın merkezi İstanbul. İstanbul’dan idare edilen medya organları sayesinde Elazığ depremini anında öğrendik ve sonrasında yaşananları canlı olarak takip ettik. Toplum olarak hem sağlam ve doğru bilgiyi alabilmemiz –böylece sosyal medya üzerinden yapılan ajitasyon ve provokasyonları boşa çıkarmamız- hem de vatandaş olarak meseleyi tüm boyutlarıyla takip edebilmemiz yerleşik ve kurumsallaşmış medya organları sayesine mümkün oldu. İstanbul’da vuku bulacak büyük bir deprem bu medya organlarının aynı şekilde ve etkinlikte çalışmasını tamamen engelleyebilir veya önemli ölçüde zorlaştırabilir. Bu yüzden, medyanın tek merkezli olmaktan çık(artıl)ması gerekiyor. Benim önerim (temennim) Ankara merkezli ulusal ve güçlü medya organlarının oluşması veya en azından İstanbul’daki kurumsal medya organlarının Ankara ayaklarının icabında bağımsızca ama yeterince etkili çalışabilecek şekilde güçlendirilmesi. Bu şimdi sanabileceğimizden daha büyük bir ihtiyaç olabilir. Bunu kim yapar, nasıl yapar bilmiyorum; ama bunun bir ihtiyaç olduğu kesin.

Kendisi afet olmayan, afetle mücadele eden bir devlet!

İkinci nokta devletin çapı ve niteliğiyle alâkalı. Hiç bir türüyle anarşist değilim. Anarko-kapitalizme ilişkin teorik okuma ve tartışmalar hoşuma gidiyor ama devletsiz-kamu otoritesiz bir bireyci toplum önerisinin hoş bir fantezi olmaktan öteye gidebileceğini sanmıyorum. Niye böyle düşündüğümü akademik çalışmalarımda ifade ettim. Sosyalist anarşizmi ise iddiasının tersine despotizme giden yol olarak görüyorum. Şahsen sınırlı ve küçük devlet isteyen klasik liberal entelektüel geleneğe yakınım. Daha önce de yazmıştım, daha sonra da akademik olarak ve ayrıntılı biçimde yazmayı tasarlıyor ve umuyorum; bence Türkiye’de devlet, mutlaka, ana ayaklarından biri afetlerle ve sonuçlarıyla mücadele etmek olacak şekilde yapılanmalı ve güçlenmelidir, çünkü burası bir afet ülkesi.  Sivil toplum ve piyasa afetlerle mücadelede gerekli ve yeterli hizmetleri ve araçları üretmede yetersiz kalacaktır. Bunu söylerken afetlerle mücadele etme yollarından biri olarak sigorta kurumunu bir kenara atmayı ve vatandaşı bedavacılığa teşvik etmeyi kastetmiyorum. Aksine, sigortadan daha çok yararlanılmalı; ama insan gücü, yetki ve araç bakımından en büyük beşerî organizasyon olarak devletin afetlerde çeşitli şekillerde devrede olması gerektiği gerçeği de gözden kaçırılmamalı. Evet, derin ve geniş bir tartışma konusu…

Yola devam!

Elazığ depreminde onlarca insanımızı kaybettik. Yüzlerce vatandaşımız yaralandı. Binalar yıkıldı.  İnsanlar travmalar yaşadı. Ancak, bu süreçte kamu kurumlarının ve sivil toplum örgütlerinin nasıl geliştiğine ve daha etkili çalıştığına delalet eden durumlar ve olaylar da gördük. Bunların bazıları gerçekten gurur verici ve hüzünle karışık bir sevinçle göz yaşartıcıydı. Anlaşılıyor ki depremlerle ve sonuçlarıyla mücadelede mesafe almaktayız. İnşallah tüm toplum olarak depremlerden daha az zarar görme yolunda hızlanarak ilerlemeye devam ederiz…

Bir Âlimin Ölümü ve Kırmızı Pelerin Gören Boğa

Siz de duymuşsunuzdur. Geçenlerde Muş-Bitlis ve civar yerleşim yerlerimizde tanınan ve sevilen bir âlim olan Abdülkerim Çevik cinayete kurban gitti. Hem sevilen bir insan olması hem de insanlık adına arabuluculuk yapması sonucu öldürülmesi, cinayeti duyan birçok insanın üzülmesine sebep oldu. Zira insanların arasında husumetleri bitiren ve barışı tesis eden böyle aracı insanların öldürülmesi duyulan bir şey değildi.

Normal şartlarda böyle bir insanın böylesi bir saldırı sonucu hayatını kaybetmesine herkes üzülür. Ölenin sarıklı ve medrese âlimi diye haber yapılması birileri açısından kırmızı pelerin görmüş boğa misali insanî hassasiyetlerden uzak ve saldırgan tepkilere sebep oldu. Sosyal medyada birtakım insanlar nefretlerini kusmakta geri kalmadı. Medrese, âlim ve sarık görünce küplere binenlerden bir kesim de Sol Haber ve Türkiye Komünist Partisi oldu. Bu tutumun sadece TKP’ye ait olduğunu ifade edersek diğerlerine haksızlık olur.

TKP yayınladığı bültende nefretin her cümlede görüldüğü, en tedirgin ve en öfkeli bir ses tonuyla bu âlimlerin birer sömürgeci olduğu kendi iktidarlarında medreselerin kapatılacağı bu insanların ise yargılanacağını vaat etti. Bu bülteni dinleyenlerin George Orwell’in 1984 romanını anımsayacağını garanti edebilirim! 1984 romanının Büyük Birader’i de TKP gibi en güzel kavramları en kötü işlerinde kullanır nefret haftası kutlamaları organize eder.

Belirtmek gerekir ki öfkeli ve insan hakları açısından tehditkâr bültenlerinin bir “iyi” bir de kötü tarafı var.

İyi tarafı bu cinayet sonucu yine bir katilden devrimci halk isyanı sonucunu çıkarmamalarıdır. Zira âlime saldıran katil onlara göre sömürülen ve karara isyan eden bir emekçidir! Katledilen ise onlara göre yargılanması ve yok edilmesi gereken bir sömürgeci ve gericidir! Bundan dolayı bu defa katilden bir kahraman yaratabilme potansiyelleri olmasına rağmen bunu yapmamaları iyi olmuştur!

Kötü tarafı ise faşizm ve diktatörlük karşısında eşitlik, çoğulculuk, özgürlük kavramlarını dillerinden düşürmeyen bu insanların maskesinin sarıklı bir âlim ve medrese ile düşüyor olmasıdır. Bir sarık, bir âlim ve bir medrese bu “yoldaşların” faşist ve diktatörce tutumlarını ortaya çıkarmaya yetmektedir. Tutumları savundukları eşitlik, özgürlük, çoğulculuk değerlerini tam bir fiyaskoya çevirmektedir.

Neden bir fiyaskodur?

Çünkü demokratik, çoğulcu ve özgürlükçü bir toplumsal düzende toplanma ve örgütlenme haklarını da içeren ifade hürriyetlerinin güvence altında olması gerekir. Bu hakların tehdit edildiği bir siyasal düzenin özgürlük, çoğulculuk, demokratlık gibi değerler ile savunulamayacağı açık olsa gerek. İnsanların nasıl yaşaması gerektiğini, üst bir aklın belirlediği kriterlerin dışında her hangi bir örgütlenmenin yargılanma sebebi olacağının ifade edildiği bir toplumsal düzenin insan hak ve hürriyetlerine dayandığı ifade edilemez. Medreseleri, tekkeleri birer sivil toplum kuruluşu olarak kabul etmeyen, bu yapılanmaların ifade ve örgütlenme haklarını tehdit eden tutum tam olarak faşist bir yapılanmanın temel özelliklerine tekabül etmektedir.

Belirtmek gerekir ki toplumsal hayatta insanlar anlaşmazlığa düşebilir. Bütün anlaşmazlıkların taşınacağı yer mahkemeler değildir. Herhangi bir anlaşmazlık için insanlar mahkemeye gitmeden de toplumda güven duyulan insanların arabulucu olmasını isteyebilir. Arabuluculuk kurumu ile mevzuatımız yeni yeni tanışıyor olsa da bu kurum modern Batılı devletlerin hukuk sistemlerinde çoktandır yer almakta ve böyle bir kurum insan topluluklarının hayatlarında her zaman olsa gerek.

İnsanların sorunlarını çözebileceği mekanizmalara sahip olmasının nefret edilecek, öfke duyulacak bir olgu olmadığı açıktır. Ancak bu tahammülsüzlüğün temel sebebi bu sefer arabulucunun sarıklı bir âlim olmasıdır. Başta TKP olmak üzere kırmızı bir pelerin gören boğa misali bir nefret ve öfke ile insan hak ve hürriyetlerini tehdit eden bu tutumu kınıyorum. İfade ve örgütlenme hakları bir ayrım gözetilmeksizin medreseler ve tekkeler için de garantör ilkeler olmalıdır. Bu vesile ile de toplumsal barışta önemli bir rolü olan arabuluculuk kurumuna gönüllü bir şekilde başvurup sonra kararı beğenmediği iddiası ile arabulucuyu öldüren katili kınıyorum. Rahmetli Abdülkerim Çevik’e Allah’tan rahmet diliyorum. Başta çocukları olmak üzere yakınlarına, dostlarına ve talebelerine sabırlar dilerim.

Özgür Bir Toplumda Faiz Problem Olur mu?

DİB Din İşleri Yüksek Kurulu’nun faizle ilgili kararı (veya fetvası) faize ilişkin tartışmaları tekrar alevlendirdi. Bu kararı memnuniyetle karşılayanlar yanında şiddetle eleştirenler de oldu.

Faiz konjonktürel ve/veya mahallî bir mevzu değil, her yere ve her döneme mahsus. Yani faiz olayı dünyanın hemen her yerinde her zaman karşılaşılan bir olgu olmuş. Modern insan faizi daha çok paranın var olduğu ve kullanıldığı dönemle ilişkilendirmeye meyilli. Çünkü paranın mevcudiyeti faizi paradan para kazanmak olarak görmeyi kolaylaştırıyor ve kınanmaya daha açık hâle getiriyor. Ancak, faiz para öncesinde de insan hayatındaydı. Ödünç alınan şeylerin bir miktar fazlasıyla iade edilmesi de bir faizli uygulamaydı. İnsanlar arasındaki borç alma-verme ilişkilerinin istikrarlı ve sürekli olması için kullanılan araçlardan biri faiz oldu. Meselâ, ilkel küme toplumlarında diğer avcılardan ödünç yiyecek alan bir avcının o yiyeceği biraz fazlasıyla iade etmesi beklenirdi. Borç ilişkilerine girmek çok boyutlu ve sonuçluydu ve insanlar faiz olmadan bildiğimiz çapta ve yaygınlıkta toplumsal ilişkiler kuramazdı…

Paranın doğması faizi çok daha somut olarak görülebilir ve takip edilebilir duruma getirdi. Bunun da tesiriyle tarih boyunca paraya ve paraya dayanan bir uygulama olarak faize şiddetle karşı çıkan dinsel ve seküler görüşler boy gösterdi. Musevilik, Hristiyanlık ve İslam inancında faiz hoş görülmedi. Hristiyanlar ve Yahudiler zaman içinde görüşlerini çeşitlendirerek yola devam etti. Bugün ne Hristiyanlar ne de Museviler arasında faize ilişkin önemli bir tartışma var. Antik Yunan’da da faiz eleştirisi yapanlar çıktı. Daha yakın dönemlerde –çok başarısız bir para idarecisi olan- Karl Marx faizden ve faizle işlem yapanlardan nefret eden biriydi.

Müslümanlar için faiz hassas bir konu. Faizin haram olduğunu söyleyen dinî hükümler mevcut. Ancak, buna rağmen, İslam toplumlarında faizden tümüyle kaçınmanın mümkün olamadığı da açık. Bu yüzden konu devamlı tartışılmış. Bazı İslam bilginleri faiz ile riba arasında bir ayrı yaparak ribanın haram faizin caiz olduğunu söylemiş. Diğer bazı İslam bilginleri ise belli oranlara (mesela %15’e) kadar faizi caiz görmüş. Ama fikirler teke inmemiş ve tartışmalar hiç bitmemiş.

Çağımızda özgür bir toplumda yaşamak neredeyse herkesin ideali.  Özgür toplum nedir? Özgür toplum bireylerin negatif özgürlüğe sahip olduğu toplumdur. Böyle bir toplumda insanlar neyi yapacaklarına ve neyi yapmayacaklarına kendileri karar verebilirler ve kararlarının peşinden gidebilirler. Başkalarına bir hak ihlâli yoluyla zarar vermedikçe bunu yapmaktan haklı ve meşru olarak engellenemezler. Özgür bir toplumda sadece Müslümanlar yaşamaz, başka inançlardan ve klasik inanç sayılmayan tutumlardan insanlar da yaşar.  Müslümanlar da sadece aynı ana çizgiyi paylaşmaz, kendi aralarında bir çeşitlilik gösterir. Bu yüzden, özgür bir toplumda hiç kimsenin dinsel veya seküler görüş ve inançları herkesi bağlama durumunda olamaz. İnsanlar hangi yollarda yürümek istiyorsa yürür.

F. Bastiat’nın dediği gibi, özgürlük bugün problem hâline getirdiğimiz birçok şeyin çözümünü kolayca ve çok düşük (veya sıfır) maliyetle sağlayabilir. Faiz sorunu da bunlar arasındadır. Başka bir deyişle, konumuz faiz olduğuna göre, özgür bir toplumda isteyen faizli istemeyen faizsiz işlem yapabilir. Toplum bu ihtiyaçlara cevap verecek kurumları geliştirir. Devlet vatandaşlarına hangi yolu takip edecekleri hakkında talimat veremez ve açık toplumda tezahür eden seçenekleri –tercih yelpazesini- birilerinin tercih imkânını elinden alacak şekilde kısıtlayamaz. Tercih yelpazesi her ihtiyaca cevap verecek alternatifleri kapsamalıdır. Bu çerçevede Türkiye’de katılım bankacılığının doğması toplumun daha da özgürleşmesi yolunda bir adım olmuştur. Katılım bankacılığına izin verilmemesi nasıl özgürlük alanını daraltırsa, faiz haramdır diyerek faizi kapsayan işlemler yapmanın hukuken yasaklanması ve zorla engellenmesi de özgür toplumdan öyle bir sapma teşkil eder.

İsteyenler teolojik ve ahlâkî tartışmalar yapmaya devam etsin. Ama hiç kimse hiç kimseye kendi tarzını ve tercihini bizzat doğrudan doğruya veya kamu zoru vasıtasıyla dolaylı olarak dayatmaya kalkışmasın. Herkes kendi seçtiği yolda gitsin. Yollar arasında rekabet hüküm sürsün ve bir yoldan diğerine geçiş serbest olsun.

Gerçek basit ve açık: Özgür toplumda, faiz kurumu, ne faiz alıp verenler için ne de faiz almayanlar ve vermeyenler için bir problem teşkil eder.  Her iki kesim de farklı tercihlerine ve uygulamalarına rağmen barış ve huzur içinde bir arada yaşayabilir.

Mutlu Olmak için Beyine Nasıl Format Atmalı?

0

Mutluluk Yolunda Beş Adım…
İnsanların en büyük özlemlerinden birisi daha çok mutlu olabilmektir. Her bireyin mutlu olmaktan anladığı farklıdır.
Lakin mutluluğa giden yolda ortak bazı beklentiler de yok değildir…
Buradan yola çıkarak, mutluluk icin temel oluşturabilecek bazı hususları belirtmek istiyorum.

Bu öneriler, aynı zamanda beynimizin öğrendiği bilgilerin, yeni bilgilerle değişmesi anlamına geliyor. Bir çeşit formatlama işlemi…
Peki, mutluluk bir hedef değil de bir yolculuksa bu yolculuğu nereden başlatmak gerek?

1. Başta kendimizi ve diğer sorun yaşadığımız insanları AFFETMEK.
Birçoğumuzun geçmişte bilerek ya da bilmeyerek yaptığı ve pişmanlık, suçluluk duyduğu eylemler vardır. Bunların vicdanımızda ve ruh dünyamızda bıraktığı izleri hep taşırız.
Biz nereye gidersek, onlar da bizimle oraya gelir.
Mutlu olmaya giden yolda; engellerimizden birisi bu suçluluk, pişmanlık ve “ah keşke “ hissiyatlarıdır.
Eğer bu eylemlerimizden dolayı çevremize zararımız dokunmuşsa özür dileyerek telafi edici davranışlar göstermeliyiz. Muhataplarımız, bu iyi niyetimizi karşılıksız bırakırsa biz görevimizi yapmış olmanın vicdanî rahatlığıyla hareket etmeliyiz.
Kendi bedenimize, ruhumuza ve sosyal yaşamımıza verdiğimiz zararlar için de; gerekli dersleri alıp kendi nefsimizi affedip , yeni ve doğru yolda yaşamaya devam edelim!

Muhataplarımızdan dolayı yaralıysak ve bir türlü içimizden atamıyorsak; onların iyi niyetli özür dileme davranışlarını göremiyorsak iki yolumuz var:
a. Onlarla irtibat kurup yaşadığımız duyguyu paylaşmak ve helallik beklentimizi iletmek.
Bu karşılık görmüyorsa yapmamız gereken “insanlıktan medeniyetten nasibini almamış” bu insanlardan dolayı üzülmeye, acı çekmeye “değmez” ve “üzülmek onlara hak etmediği değeri verip önemsemektir” deyip, onları hayatımızdan silip atmaktır…
b. İkinci yol da bize acı ve elem yükleyen muhataplarımızı zihnimizden ve yaşam alanımızdan uzaklaştırarak YOK sayıp önümüze bakmaktır…

2. Geçmişin yükünü boşaltmak.
Mutluluk yolunda yürürken, hızımızı yavaşlatan bu yükleri boşaltmak elzemdir.
Geçmişte yaşadığımız ve hep pişmanlık duyduğunuz şeyler olabilir. Sürekli neden yaptım? Neden böyle oldu? Keşke böyle olmasaydı da şöyle olsaydı dediğimiz birçok yaşam yüklerimiz vardır.
Unutmayalım ki geçmişte yaşayan geleceği inşa edemez!
Geçmişin yüküyle geleceğe yürünmez!
Yaşadığımız andaki mutluluğu zehir eden en önemli nedenlerden birisi budur.
Geçmiş geçmiştir. Geçmişte bir şey olmuşa o şartlarda başka türlü olamadığı icin öyle olmuştur…
Binaenaleyh, geçmişi geriye sarıp , bugün istediğimiz gibi yeniden yasamak mümkün değildir ! Olan olmustur.
Yasam geriye doğru anlaşılır , ama ileriye doğru yaşanır ilkesiyle hareket edelim .
Geçmişin yükünü sürekli sırtımızda taşıyarak mutlu olamayız . Anda kalalım ve anı yaşayalım. Zamanın tekrarı yok!
Geçmişin zehirleriyle bugünümüzü heder etmeyelim
Ömrümüz üç gündür: Dün, bugün ve yarın. Dün akıp gitti. Yarın belirsiz, tek gerçek şu an ve bugündür. Gerçek ömür içinde bulunup nefes aldığımız gündür…

3. Beklentilerimizi ciddi anlamda azaltmak.

Mutluluk yürüyüşünde üçüncü adım beklentileri azaltmaktır.
İnsan bir ötekiyle varlığını sürdürebilen bir canlıdır.
Sosyal varlıklarız. İnsan insana muhtaçtır. Sosyal genetiği bunu gerektirmektedir.
Her birimizin ailesel genetiği; bulunduğu sosyoloji, coğrafi ve iklimsel koşullar farklı farklıdır.
Her birey kendisine özgü ve tektir… Yaşam döngüsü gereği hepimiz değişik alanlarda çalışarak hayata hizmet ediyoruz. Doğal olarak, birbirimizle temas ediyoruz. Maddi manevi etkileşimde bulunuyoruz. Bazen olumlu  bazen olumsuz durumlar ortaya çıkabiliyor. Karşımızdaki insanlardan farklı beklentilere girebiliyoruz.
Farkına varmadan; kendi ihtiyaçlarımızın ve beklentilerimizin  karşı taraflarca anlaşılması ve yerine getirilmesini isteriz. Oysa bizim ihtiyacımız Onun ihtiyacı olmayabilir!

Beklentilerimizi bazen açık açık dile getirir ve karşımızdaki insanları zorlayabiliriz. Bazen de dışa vurmaz ama içten içe kurarız.
Bazen bencillik yaptığımızın farkına dahi varmayız. Kendi kendimizi, haklı olduğumuza öyle inandırırız ki, istediklerimizin olmamasına çok şaşırırız…
Bunun için, ne kadar az beklenti o kadar çok mutluluk ilkesiyle hareket edelim.

4. Kimseyi değiştirmeye çalışmamak
Mutluluğa giden önemli yollardan birisi de kimseyi değiştirmeye çalışmamaktır.
Değiştirmeyi düşündüğünüz insanlarla asla yola çıkmayın!

Birilerini değiştirme çabası daima çatışma ve mutsuzluk üretir.

Nasıl biz kendimizden memnunsak, başkaları da kendi halinden memnun olabilir. Onun o hali bizi memnun etmeyebilir. Lakin onu değişime zorlayamayız!
Memnuniyetsizliğimizi beyan edebiliriz, kişi değişmiyorsa; ya o haliyle kabul edip olumlu yanlarını görüp yolculuğa devam
edeceksiniz ya da yollarınızı ayıracaksınız…

5. “Olma yolunda” farkındalık geliştirmek
Mutlu olma hedefinin en önemli unsuru, “olmuş”, olgun insan yolunda ilerlemektir.
İnsanoğlu dünyaya “ham” olarak gönderilir. Her birey kendi var oluşunu gerçekleştirme sınavında bir yolculuğa çıkar.
Evrende her şey zıddıyla kaimdir.
İyilik kötülük, mutluluk mutsuzluk, yardımlaşma bencillik, güzel çirkin gibi…
İnsan beyni, bir nesneyi , duyguyu veya durumu onun karşıtıyla kavrayabilen bir yapıdadır.
Gelişebilmek, ilerleyebilmek, kendimizi tamamlayabilmek için; bu zıt duyguların önümüze çıktığı sınavlardan geçeriz.
Bu sınavlardan başarıyla çıkmak; “hamdım, yandım piştim, oldum…” Mevlana felsefesindeki hamlığın olmuş haline dönüşmesidir.
Olmuş insan, alçak gönüllüdür, sevecendir, yardımseverdir, paylaşımcıdır, huzur doludur, diğergamdır, affedicidir, ahlâklı ve adaletlidir.
İnsanlarda kusur aramaz, iyi taraflarını görmeye çalışır. Barışçıl ve özgür ruhludur.
Velhasıl, mutluluk yolunda bütün basamakları başarıyla tırmanıp hedefe varan insana “olmuş insan” denir…
Ne mutlu o insanlara…
Dr. Nihat Kaya