Ana Sayfa Blog Sayfa 48

Özgürlük ve Hukuk: Bruno Leoni’ye Saygı

Bruno Leoni (1913 – 1967) 20. Yüzyılın en etkili liberal hukukçu ve fikir insanlarından biri. Türkiye’de, başta hukuk camiası olmak üzere tanınmışlığı çok az. Dolayısıyla, ona yapılan atıflar da neredeyse yok denecek seviyede. Oysa, Leoni geçtiğimiz yüzyılda hukukun hâkimiyeti ile özgürlük ilişkisi konusunda F. A. Hayek’le birlikte en önemli şeyleri söylemiş ve hukukun hâkimiyeti doktrininin gelişmesine ve sistematize edilmesine ciddî katkılarda bulunmuş bir isim.

Leoni’nin en önemli eseri belki de Özgürlük ve Hukuk’tur. Bu eserin değerinin farkında olduğum için yıllar önce çevrilmesini ve yayınlanmasını programıma almıştım. Bunun için İtalya’da bulunan Institue of Bruno Leoni’den  Alberto Mingardi ile görüşerek niyetimi açıkladım ve çeviri için destek istedim. Mingardi ile mutabık kaldık. Bunun üzerine çeviri işini, kendi meşguliyetimin de fazlalığı yüzünden, genç ama başarılı bir arkadaşıma havale etim. Ne yazık ki bu çeviri epeyce ilerlemesine rağmen bir tülü tamamlanamadı.

Geçtiğimiz günlerde çevirinin yapıldığını ve kitabın yayınlandığını büyük bir mutlulukla öğrendim. Çeviri işini organize eden Özgürlük Araştırmaları Derneği ve çeviriyi gerçekleştiren Anayasa Hukuku Profesörü Mustafa Erdoğan tebrik edilmeyi hak ediyor. Çeviri metin internete ücretsiz olarak ulaşılabilecek şekilde yerleştirildi. Veli Kondak tarafından da Hukuk Yayınları kitabı olarak kâğıt baskısı yapıldı.

Kitabın adının da gösterdiği üzere Leoni özgürlük ile hukuk arasındaki derin ve tartışmalı ilişkileri ele almakta. Leoni’ye göre “özgürlük sadece iktisadî veya siyasî bir kavram değil, fakat aynı zamanda ve muhtemelen hepsinden önce hukukî bir kavramdır ve zorunlu olarak hukukî sonuçların karmaşık bütünüyle ilgilidir.” Yazarın anladığı anlamda özgürlük ilgili literatürde “negatif özgürlük” olarak bilinmektedir. Özgürlük kavramı hakkındaki çeşitli kafa karışıklıklarını ve değişik bakışları ele alan Leoni’ye göre özgürlük kısıtlanmamışlıktır. Yani özgürlük ve kısıtlanma birbirine zıt terimlerdir. Bu tür bir özgürlük diğer insanlardan özgürlük anlamına gelir. Başka bir deyişle insan özgürlüğü insanın diğer insanlardan özgürlüğüdür. “İhtiyaçtan özgürlük” kavramının özgürlükle bir ilgisi ve ilişkisi yoktur.

Özgürlük her şeyden önce ve en çok hukukla ilgili bir kavram. Bir siyasî coğrafyada özgürlüğün hayat bulması ve korunması orada hukukun üstünlüğünün bulunmasına bağlı. Bu gerçek ister istemez hukuk üzerinde durmayı gerektiriyor. Bu da bizi yasama hukuku ve bir tür tabiî hukuk olduğu söylenebilecek hukukla ilgilenmeye itiyor. Bir başka deyişle Leoni bir yasama organının yaptığı hukuk ile kendi kendine ortaya çıkan hukuku karşı karşıya koyuyor ve yasama hukukunun özgürlüğe faydadan çok zarar verdiğini belirtiyor. Yasama hukukunun izlerini Antik Yunan’da ve meselâ günümüz kıta Avrupa’sının çoğunda sürerken kendiliğinden oluşan hukuku Roma hukuku ve Anglo-Sakson common law’unda buluyor.

Leoni’ye göre yasama organlarının yaptığı hukuk kısa vadeli hukukî kesinliğe bir ölçüde uygun olabilirse de uzun vadede hukukî kesinliğe engel teşkil ediyor. Bunun ana nedeni yasama hukukunun kaçınılmaz olarak hukuk yapma sürecine katılanların sayısını sınırlandırması ve zora dayanması. Başka bir deyişle modern yasama organları hukuk yapma macerasında bir grup kararı ve karar grubu açmazında yol alıyor. Bir grup kararı gruptaki herkes nadiren aynı fikirde olacağından kaçılmaz olarak çoğunluğun iradesini yansıtacak ve zora dayanacaktır. Yasama organının seçimlerle oluşması da bu problemi ortadan kaldırmaya yetmeyecektir.

Leoni hukukun yapılacak bir şey değil keşfedilecek bir şey olduğu kanaatinde. Bunu yapmada ana görev hukuk bilgini ve uzmanı olan kimselere düşecektir. Ancak, yanlış anlamadan kaçınmak için, bu kimselerin de hukuku yapan değil keşfeden olduklarının altını çizmek gerekir. Leoni’nin anladığı anlamda hukuk uzun vadede ve yasama organlarında olduğu gibi hiç kimsenin hukuk yapma sürecine katılmaktan alıkonulmadığı bir süreç içinde gerçekleşir. Bu anlayışa hukukun desantralize evrimi de demek mümkün.

Zaman zaman özellikle yüksek yargı mensubu yargıçların yasamanın yerini almakta olduğu düşünülebilir ama bu abartılı ve yanlış bir algılamadır. Yargı organlarının kendi başına harekete geçememesi ve yargı kararlarının yalnızca ona taraf olanları ilgilendirmesi gibi nedenlerle bu problem yasama hukukundan doğan problemlere nispetle çok daha az ve hafif olacaktır.

Leoni modern insana hukukun yasama organı tarafından yapılmaktan ziyade herkesin katıldığı, hiç kimsenin dışlanmadığı bir süreçle varlık alanına girmesi fikrinin tuhaf göründüğüne işaret etmekte. Oysa hayli yakın tarihlere kadar bu fikir vardı ve yaygındı. Ayrıca hâlâ hayatımızda yine somut bir otorite tarafından yapılmayan ve hiç kimsenin dışlanmadığı süreçlerle hayatiyet kazanan başka durumlar da var. Fiyat sistemi ve dil bunlar arasında, ama Leoni bunlara modayı ve bilimsel araştırmaları da ekliyor. Esasen piyasa ekonomisinin kendisi Leoni’nin anladığı anlamda hukuk oluşumunun benzeri bir olay. Moda da böyle. Moda çok merkezli olarak ve ilgilenen hiç kimsenin dışlanmadığı bir süreçle hayat bulur. Bilimsel çalışmalar daha da ilginç. Özellikle yirminci yüzyıldaki tecrübelerin gösterdiği üzere bilimsel çalışmaları emir komuta zinciri içinde yürütme ve/veya bir merkezin nezaretinde koordine etme çabaları beklenenin tersine sonuçlar verdi. Bilim, bilim insanlarının kendi ilgi ve heveslerinin peşinden gitmesine müsaade edildiği -daha doğrusu karışılmadığı- yerlerde bir merkezî otorite tarafından yönlendirildiği yerlerde olduğuna nispetle çok daha üretken ve verimli oldu.

Leoni’nin eserinin Türkçeye çevrilmesi ve yayınlanması ülkemiz fikir hayatı için büyük bir kazanç. Emeği geçenleri tekrar tebrik ediyor ve ilgili ve meraklı okuyucuları kitabı okumaya davet etmekten memnuniyet duyuyorum.

Kurallara Neden Uymuyoruz?

İnsanlık, yaklaşık bir yıldan beri büyük bir musibetle mücadele yürütüyor. Bugüne kadar benzerleri görülmüş ama onlardan farklı bir virüs Dünya’yı esir almış durumda. Ama yine insanlık, tecrübî ve bilimsel bilgi birikiminden hareketle salgının nasıl yayılacağı, seyredeceği ve sonuçlanacağı hakkında öngörülere sahip olmanın avantajını yaşıyor. Bilindiği gibi salgın ilk olarak bir ülkenin (Çin) bir şehrinde (Wuhan) çıktı. Yeni bir virüs ortaya çıktığı haberi ilk duyulduğunda bilim insanları, virüsün bütün dünyaya yayılacağını öngördü. Yetkilileri nasıl tedbirler alınması gerektiği konusunda uyardı. (Ulaşımın sınırlandırılması, karantina gibi). Ama virüs ne kadar önlem alınırsa alınsın yine de dünyanın her noktasına ulaştı. Hiçbir coğrafya bundan kaçamadı. Her insanın bu hastalıkla muhatap olması çok büyük bir ihtimal haline geldi. Yine bu arada bilim insanları, bu musibetten nasıl kurtulunacağı konusunda aşı çalışmalarına hız verdi. Şimdi, dünyanın her noktasından yeni bir aşı müjdesi alıyoruz. İnşaallah, insanlık, yeni bir musibetle karşılaşana kadar bu beladan kurtulmanın yolunu bulacak.

Dünyanın her coğrafyasında insanlar bu virüsle muhatap olma tehlikesiyle karşı karşıya. Kimse muaf değil. Yine bilim insanları, bireysel olarak nasıl önlem alabileceğimizi de söylüyor. Öncelikle herkesin mutlaka maske takması, muhatap olunan kişiyle aramızda en azından 1,5 m. mesafe bırakılması ve ellerin sık sık 20 sn. süreyle yıkanması gerektiği tavsiye ediliyor. Ama insanlar alışkanlıkları icabı böyle tavsiyelere uyma konusunda çok arzulu olamıyor. O zaman da devreye, yöneticiler tarafından, zorlayıcı tedbirler sokuluyor. Sokağa çıkma yasakları, seyahat yasakları, maskesiz dışarı çıkmanın yasaklanması, para cezaları, zorunlu karantinalar uygulamaya konuyor. Hatta toplum sağlığını tehlikeye atmak suçlamasıyla hapis cezasından bile bahsediliyor.

Gelgelelim, bütün bu zorlayıcı ve ağır tedbirlere karşı bile insanlar kurallara uymamakta inat ediyor. Hemen her ülkenin insanı bu konuda aynı refleksi gösteriyor. Hatta bazı Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da, kitlesel olarak pandemi tedbirlerine karşı organize gösteriler yapılıyor, polisle çatışılıyor.

Toplumlarda ahengi sağlayan kurallar var. Bunlar ahlâk kuralları, din kuralları, yasalar ve sosyal kurallar. Fakat bu kuralların hiçbiri insanları tam olarak bağlayamıyor. Yani insanlar birini olmazsa diğerini mutlaka ihlâl ediyor. Biz şimdi sokakta maskesini takmayana, düzgün takmayana, yasak olduğu halde sokağa çıkana, karantina kurallarına uymayana, parti düzenleyene/katılana kızıyoruz. “Nasıl olur da bu kadar yakın tehlike varken, caydırıcı cezalar uygulanıyorken, insan kendi hayatını ve başkalarının hayatını böyle tehlikeye atar?” diye hop oturup hop kalkıyoruz. Ama belki aynı anda biz de yukarıda saydığım kurallardan herhangi birini ihlâl ediyoruz. Dünyada ihlâl edilen kuralların toplamını dünya nüfusuna bölebilirsek, her bir insanın payına mutlaka bir miktar günah/suç/ayıp düştüğünü görürüz.

“Keşke insanlar, bir kural konduğu gibi, itirazsız ve eksiksiz o kurallara uysa”  diye içimizden geçirdiğimiz oluyordur. Sadece Covid kurallarına değil, bugüne kadar insanlar için konmuş bütün kurallara uymaktan bahsediyorum.

Mesela; herkes maskesini düzgün taksa, herkes sosyal mesafe kuralına uysa, kimse kırmızı ışıkta geçmese, aşırı sürat yapmasa, yerlere çöp atmasa, balkondan aşağıya halı silkelemese, kapalı alanda sigara içmese, hırsızlık/dolandırıcılık yapmasa, çevreyi kirletmese, kavga etmese, borcunu zamanında ve tam olarak ödese, malını satarken hile yapmasa, dedikodu yapmasa, iftira atmasa, hakaret etmese, insan öldürmese, savaş çıkarmasa, hayvanlara eziyet etmese vs…

Bütün bunların tabiî sonucu olarak, polis, bekçi, jandarma, güvenlik görevlisi olmasa, mahkemeler, hâkim ve savcılara gerek kalmasa, hapishaneler kapatılsa, silah yapılmasa, ordular lağvedilse gibi. Bu liste uzatılabilir.

Oysa bütün bu sayılanların yazılı ve yazısız kuralları var. Hem de corona kuralları gibi bir yıldır değil, bin yıllardan beri var. Ama insanlar bu kuralların birini veya birkaçını mutlaka yerine getiriyor.

Peki soru şu; herkesin kurallara itirazsız tam olarak itaat ettiği dünya mümkün mü? Olabilseydi, bugün yaşadığımız dünyadan daha keyifli, daha yaşanılası olur muydu?

Ben karar veremiyorum.

Peki insanlar neden kurallara uymamakta ısrar ediyor. Buna ısrar mı, fıtrat mı demeliyiz? Türkiye’de “Suç Bilimi” konusunda kutup seviyesinde bilim adamı Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer’in “Kriminoloji” kitabında geçen ilginç bilgilerden bir demet sunuyorum;

“Suçun faydalı olduğu hakkındaki görüşler;

Durkheim’a göre suç:

Normaldir; zira içinde suç işlenmeyen bir toplum tasavvuru imkansızdır,

Zorunludur; zira suçların ihlal eylediği duygular bütün kişilerin vicdanlarında vardır; bunun tersi olan duyguların kişi vicdanlarında ise yerleşmesine imkan yoktur. Böyle bir durum gerçekleşseydi, suçluluk ortadan kalkmaz sadece biçim değiştirirdi,

Yararlıdır; zira eğer suç bulunmasaydı toplum mutlak bir durgunluk içinde kalırdı. Mesela siyasal suç sosyal gelişme için yararlıdır. İçinde yaşadıkları toplumun sapıcı eylemlerde bulunmadıkları toplumlar oldukları yerde ve halde kalırlar. Normlara uyulmaması, toplum için yarar sağlayabilir; zira bu durum bir sosyal değişime aracı olabilir.”

Toplumun bir kısmı ekmeklerini suç sayesinde kazanmaktadır.

Amerikan yazarlarının da suç konusundaki fikirleri ilginç;

  • Suç sosyal bir dayanışma yaratır. Suçun meydana gelmesine sebebiyet verdiği sosyal dayanışma böylece onun zararlarının azalmasına sebep olur,
  • Ahlakiliğin çok abartılmış sınırlara kadar gitmemesi için belirli bir miktar suça sahip olmamız gerekir. Zira bütün suçların yok edilmesi mümkün olsaydı ahlaki standartları her gün biraz daha yüksek tutmak gerekecekti,
  • Sosyal bakımdan suç, sosyal kötülükleri belirten bir semptomdur: Bu sayede semptomun çıktığı kesimde bir ıslahat yapma imkanı doğar.
  • Suç bir sosyal uyumsuzluk ve ahenksizlik alametidir. Sosyal uyumsuzluklar ise statik bir topluma göre dinamik toplumlarda ve dinamik olarak geçen devirlerde daha fazla olur. Dinamizm, toplumsal hayatta sosyal gelişme ile bir aradadır. Hiç kuşkusuz ekonomik gelişme ile suç arasında yakın ilişkiler vardır. Ekonomik bakımdan gelişen bir toplumda suçluluk, nitelik ve nicelik bakımından değişecektir.”

Bütün bu görüşlere karşı Sulhi Dönmezer de kendi görüşünü şöyle belirtiyor:

“Hiç şüphesiz suçsuz bir toplum ütopyadır. Suçun sözü edilen faydaları sebep değil sonuçtur. Suçun zararları, bahsedilen faydalarından daha büyüktür. Sözü edilen faydaları dolayısıyla suç işlenmesini hiç kimse isteyemez. Bir kötülüğün bazı iyiliklerle beraber bulunması, kötülükte fayda vasfını aramaya tabii olarak sebep olmamalıdır.”

(Dr. Sulhi Dönmezer, Kriminoloji, İÜ Yay., 1986, İstanbul, ss. 65-68.)

ABD Seçimleri ve Türkiye’deki Trump Muhiplerine Dair

Seçimlerden beklenen, tartışmayı kesin olarak bitirecek bir sonucu gecikmeden ortaya koyması ise, ABD’de seçim mekanizması iyi işlemiyor.

Aradan üç haftaya yakın zaman geçtiği halde tartışmanın bitmemesinin bir sebebi Trump’ın hoyrat kişiliği ise, diğer sebebi ABD’de seçimlerin hemen sonuç almayı imkânsız kılacak bir şekilde yapılıyor oluşu.

Mektupla oy

Taraflar arasındaki en büyük ihtilaf, posta yoluyla kullanılan oyların sayımında ortaya çıkıyor. Trump seçim gününden sonra ulaşan mektupların (oyların) geçersiz sayılmasını savunurken, Biden taraftarları mektubun (oyun) postaya verildiği tarihin önemli olduğunu savunuyor.

Kimin haklı olduğunun bence bir önemi yok. Katılımı artırmak için getirilen bir kolaylık olsa da mektupla gönderilen oylar ihtilafa yol açıyor ve sonuç almayı geciktiriyor. Bu yüzden mektupla oy kullanma usulü ABD’de terk edilmeli, diğer ülkeler bu yola hiç tevessül etmemeli.

Mektupla oy kullanmanın başka mahzurları da var:

1) Zarf açılırken kimin hangi adaya oy verdiği ortaya çıkıyor. Gizli oy prensibini ihlâl eden bu durum, ABD’nin kimi bölgelerinde sandık başına giderek kullanılan elektronik oylar için de geçerli. Elektronik altyapıyı elinde tutanlar kimin hangi adaya oy verdiğini tespit edebileceği gibi, seçmen tercihlerini çarpıtabilir de.

2) Mektubun (oyun), zarfın üstünde adı yazan kişi tarafından mı gönderildiğinden emin olunamıyor. Bunun, güven ve hüsnüniyet temelinde işleyen ABD seçim mekanizması için bile istenilmeyen bir durum olduğu aşikâr.

Düzgün ve hakiki bir seçim arzu ediliyorsa ne mektup, ne elektronik oy, ne de internet (veya ülkemizde kimilerinin savunduğu gibi e-devlet) üzerinden oy kullanılmalı. Bilim ve teknoloji Mars’ta hayatı mümkün kılacak kadar gelişse bile, seçmenler elinde oy pusulası ile sandık başına gitmeli ve fizikî oy kullanmalılar.

Twitter, Trump’a karşı

Trump, ABD başkanları içinde sosyal medyayı en etkili biçimde kullananı. Öyle ki açıklamalarının çoğunu resmî kanallar yerine Twitter’dan yaptı, bakanlarını ve yüksek bürokratlarını görevden aldığını bile Twitter’dan duyurdu. Lâkin bu sevda karşılıksız.

Ticarî şöhretine epeyce katkıda bulunduğu Twitter, Trump’ı sevmiyor olsa gerek ki açıklamalarının bir kısmını sildi, bir kısmını uyarı notuyla yayınladı. Buradan, iki sonuca varabiliriz:

1) Twitter’ın sahip ve yöneticileri, hayat ve mülkiyet haklarının güvende olduğundan ABD Başkanını karşılarına alma cüreti gösterebilecek kadar eminler. Demek ki ABD’de sağlam bir hukuk düzeni var.

2) Tweet’lerin silinmesi/perdelenmesi, gücün suiistimali ve özgürlük ihlaliydi. Trump’ın kendini başka kanallarla ifade edebilme yolunun açık olması, ihlâlin derecesini azalttı sadece -suiistimalin değil.

Trump dönemi

Trump, 2016 yılının Kasım’ında Başkan seçildi. 15 Temmuz’dan birkaç ay sonraya tekabül eden bu dönemde Türkiye, ABD’ye karşı haklı bir tepki içindeydi.

15 Temmuz gecesi hükümete darbecilerle anlaşmayı teklif edecek kadar gayrimeşru bir çizgi izleyen ABD’yi, Demokrat Partili Başkan Obama ve yardımcısı Biden yönetiyordu. Aynı ikili, Mursi’yi deviren darbeye de ses çıkarmamıştı. Biri neyse ki başarıya ulaşmayan her iki kalkışmanın da ABD’den habersiz gelişmediğini düşünüyorum. Obama’nın Suriye politikası ve PYD ile kurduğu ilişkiler de Türkiye’nin Obama yönetimine ve onun desteklediği adaya (Hillary Clinton) mesafeli duruşunun makul sayılabilecek nedenleri arasındaydı.

2016 seçiminde Clinton’ın karşısına Cumhuriyetçi Parti’nin adayı olarak çıkan ve sürpriz biçimde yarışı kazanan Trump, küstah ve haşin üslubuyla herkeste haklı bir tedirginlik yaratıyordu.

Trump’ın mazisinde ne senatörlük, ne valilik, ne bakanlık, ne de bürokrasi vardı. Seleflerinden farklı olarak iş hayatından geliyordu. Bunu bir avantaja çevirerek daha esnek ve pragmatik, iletişime açık, uluslararası işbirliği ve ticaretin önündeki engelleri kaldırmaya çalışan bir profil çizebilirdi. Lâkin taç giyen baş akıllanmadı ve çoğu zaman tam tersini yaptı. Trump dönemi ABD’nin uluslararası kurumlar, kurallar ve demokratik ilkelerle arasındaki mesafenin açıldığı bir zaman dilimi olarak hatırlanacak.

Trump’ın Türkiye karnesi

ABD Başkanlık seçimi Türkiye’de yapılıyor olsaydı Trump’ın başkan seçilme şansı ciddi derecede artardı. Bu sempatiyi hak edecek ne yaptı diye düşününce parasını verdiğimiz halde teslim etmediği F35’lerden, dört döndüğümüz halde satmaya yanaşmadığı Patriot’lardan başka bir şey gelmiyor aklıma. Bütün bunlar, Kongre engeliyle açıklanamaz. Türk hükümetine parayla satmadığı silah ve teçhizatı, PKK/YPG’ye bedava verdi. Sanılanın aksine Trump için para her şey demek değildi. Öyle olsa, anlaşmak daha kolay olurdu.

Şahsen dindar olmasa da, dindarlarla uyum ve işbirliği içinde çalıştı. Bunun en bariz örneği, yardımcısı Pence ile olanca eleştiri ve zorluğu göze alarak Yüksek Mahkeme’ye atadığı Amy C. Barett. İlki Evanjelik (Protestan), ikincisi Katolik. Her ikisi de koyu dindar. Uğruna Türkiye ekonomisini mahvetmeyi planladığı Rahip Bronson da unutulmamalı. O da Evanjelik. ABD dış politikasını İsrail’e yaklaştıran Evanjelikler, Trump döneminde fazlasıyla etkiliydi. Bir bakıma, Obama döneminin rövanşını aldılar.

İsrail eksenli dış politikanın mimarlarından biri, hiç şüphesiz Pence idi. Trump-Pence yönetimi Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımakla kalmadı, Obama döneminde yumuşayan ABD-İran münasebetini eski seviyesinin bile altına indirdi. ABD’nin Türkiye ile münasebetlerinde yaşanan gerilim, İsrail-Türkiye ilişkilerinin seyrinden bağımsız görülmemeli.

Bu tabloya ve Türk-Amerikan ilişkilerinin dört yıllık seyrine baktığımda, Trump’a sempati beslememizi gerektiren yahut yeniden seçilmesinin Türkiye’ye avantaj sağlayacağını düşündürecek bir neden görmüyorum. Hal böyleyken, ekseriyetini Ak Partililerin oluşturduğu dindar-muhafazakâr kitlenin ve basın yayın organlarının Trump sempatisi nereden geliyor, anlamak mümkün değil. Cumhurbaşkanımıza hakaret mektubu yazan, ekonomimizi mahvetmekle tehdit eden ve bunu bir ölçüde başaran, parasını verdiğimiz uçakları teslim etmeyip bize parasıyla satmadığı silahları terör örgütlerine bedava veren, bir tek kişi için Türk-Amerikan ilişkilerini berheva etmeyi göze alan, küstah ve kibirli diliyle bütün diplomatik teamülleri altüst eden birinin nesine sempati besleyecek, gitti diye niye esef edeceğim?

2016’nın özel şartlarında Trump’a meyledenleri bir ölçüde anlıyorum. Fakat aradan dört yıl geçtikten ve yukarıda saydıklarımdan sonra hâlâ sempati beslemek ve kazanmasını istemek; inanılır gibi değil!..

Biden hakkında

15 Temmuz gecesi yaşananlar için bilgisayar oyunu (atari) zannetmiştim, gerçek olduğunu çok sonra anladım diyen Biden, şüphesiz yalan söylüyordu. Elli yıllık siyasî tecrübesine yakışmayacak ölçüde çok pot kırdığını gören danışmanları, çareyi az konuşmasını tavsiye etmekte bulmuş. Seçim döneminde bu tavsiyeye uydu. ABD’nin danışan, dinleyen ve az konuşan bir başkanı var. Trump’tan sonra ilaç gibi gelecek.

Türkiye dostu filan değil, olması da gerekmiyor. Makul ve sözüne güvenilir bir başkan olması yeterli.

Trump’ın öyle icraatları var ki -ABD’nin İsrail Büyükelçiliğini Kudüs’e taşımak gibi- geri almaya Biden’ın gücü de, ömrü de yetmeyebilir. Bu yüzden, beklentileri yüksek tutmamak gerekiyor.

Biden, ABD Başkanlığı koltuğuna oturan en yaşlı isim olacak. Görev süresini tamamlayabilir mi, bilemiyoruz. ABD anayasasına göre başkan ölür veya istifa ederse, yerine yardımcısı geçeceğinden yardımcısı Harris’i de izlemek gerekiyor. Biden’i Trump’a, Harris’i Pence’e tercih ederim. İzleyip göreceğiz.

Daha Az Devlet Daha Çok Erdem

Üzerinde yaşadığımız dünyanın bir devletler dünyası olduğundan kuşku duymamıza sebep yok. Dünyanın hemen her yeri şu veya bu devletin egemenliği altında. Hep böyle değildi ama görünür gelecekte daima böyle olacağa benziyor. Bundan daha çarpıcı olanı, devletlerin toplumsal hayatın akla gelen her alanına gün geçtikçe derinleşen müdahalelerde bulunması. Saflık yaparak bunun sadece kamu otoritesini kullananların ideolojik fantezilerinin ürünü olduğunu iddia edecek değilim. Toplumlarda da çeşitli sebeplerle kamusal müdahale arzusu var ve günümüzde içinden geçtiğimiz pandemi sürecine benzer vakalar bir yandan devletleri bunu yapmaya teşvik ediyor bir yandan da  toplumsal hayata devlet müdahalelerini kolaylaştırıp meşrulaştırıyor.

Bu, klasik liberaller tarafından genellikle ve (bazı) muhafazakâr yazarlarca arada sırada dile getirilen bir gerçek. Akademik literatür bunu anlatan eserlerle dolu. İyi talihimize, bu tür görüşler sadece akademisyenler ve bilim insanları tarafından ifade edilmiyor. Zaman zaman başka alanlarda çalışan kimseler tarafından da bu görüşleri dile getiren çalışmalar kaleme alınıyor. Bunu yapanlardan biri Matt Ridley. Asıl mesleği gazetecilik olan İngiliz yazar Ridley’in Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan Erdemin Kökenleri (çev. Erhun Yücesoy, 2011) adlı eseri devlet müdahalelerinin toplumların kendiliğinden oluşan düzenlerine nasıl zarar verdiğini etkileyici şekilde açıklıyor. Gerçi Ridley’in akademik bir tarafı da var ama en azından bu yazının konusu olan eseri bilimsel ölçülerle ve kaygılarla kaleme alınmamış.

Ridley eserinde insan tabiatının sırf çevre tarafından şekillendirilen bir unsur olduğu iddiasını reddediyor. Ona göre, “zihinlerimiz bencil genler tarafından yapılandırılmıştır fakat aynı zamanda sosyal, güvenilir ve işbirlikçi olmak üzere tasarlanmıştır.” Şüphe yok ki bu bir paradoks gibi görünmekte. Genlerimiz bencil, yani şahsi çıkar arayışı peşinde, ama bu biz insanların sosyal ve güvenilir olmasına ve diğer insanlarla işbirliği yapmasına engel teşkil etmemekte. Aslında insanın belki de diğer canlı türlerinden ayrılmasına yahut bu derece ayrılmasına sebep olan ana özelliği bu. İnsan cinsi milyon yılları bulan bir evrim süreci içinde bu duruma gelmiş. Bu sayede, “İnsanın sosyal içgüdüleri vardır ve insanlar işbirliği yapma, güvenilir ve güvenilmez olanları ayırt etme, güvenilir biri olmayı bilme, iyi bir insan olarak bilinme, bilgi ve meta alışverişinde bulunma ve işbölümünü öğrenme eğilimleriyle donanmış halde” dünyaya gelmekte. Diğer hiçbir canlı türü bu istikamette insan türü kadar mesafe kat edemedi. Özetle, içgüdüsel işbirlikçilik insanın onu diğer hayvanlardan ayıran alamet-i farikası ve insanın refahının temeli…

Ridley’in eserinde yaptığı bir diğer şey, “barbar” insanların çevreyle uyum içinde yaşadığı iddialarını çürütmesi. Ridley uygarlık öncesi insanların çevreyle tam bir uyum içinde yaşayan, çevre ahlâkı gelişmiş topluluklar olduğu görüşlerini reddetmekte. Verdiği çeşitli örneklerle eski insanların çevreye verdiği zararları anlatmakta. Bu zararlar arasında ormanların yok edilmesi, çeşitli hayvan türlerinin soyunun kurutulması gibi durumlar da mevcut. Ridley’e göre ekoloji günümüzde bir çeşit dine dönüşmüş durumda. Bu çerçevede G. Hardin’in orta malların trajedisini ele aldığı makalesine dayanan çözüm önerilerine getirdiği eleştiriler kitapta beni özellikle etkileyen unsurlar arasında. Bireysel veya ortak mülkiyetin çevreye zarar vermeyip fayda sağladığı, kamusal müdahaleye maruz bırakılmayan insanların bireysel veya ortak mülkiyet altındaki malları grup yararına yönetecek şekilde kurumlar ve kurallar geliştirdiği ve çevreye özellikle son yıllarda verilen birçok zararın çevreyi koruma adına yapılan kamusal müdahalelerin eseri olduğu hakkında yazar ile tam bir fikir birliği içindeyim.

Ridley’in eserinde vurguladığı evrimsel sürecin uzun bir zaman dilimine yayıldığı görüşü modern insanın aceleciliği de göz önüne alındığında büyük önem taşıyor. Bu evrim süreci bugün sahip olduğumuz ama önemlerinin farkına nadiren vardığımız kurumların değerini de ortaya çıkartıyor. Ridley bu çerçevede arabayı atın önüne koşan görüşlere de karşı çıkıyor. “Ahlakın kiliseden önce, ticaretin devletten önce, alışverişin paradan önce kültürün Babil’den önce, toplumun Antik Yunan’dan önce, kişisel çıkarın Adam Smith’den önce ve açgözlülüğün kapitalizmden önce var olduğunu” belirtiyor.

Ridley’e göre Hobbes ve Rousseau gibi düşünürlerin insan doğasının mutlak kötülüğüne veya mutlak iyiliğine ilişkin görüşleri yanlış. İnsan bünyesinde iyiye eğilimleri de kötüye eğilimleri de taşıyan bir varlık. İnsan ırkının ıslahı (öjeniks) ve Çin’deki kültür devrimi gibi kültürü değiştirerek insanı yeniden yaratma teşebbüslerinin felaketle sonuçlanması şaşırtıcı değil. Ama insan toplumlarına sadece bu tür rasyonalist grand projeler değil daha ılımlı görünen ve daha uzun vadeye yayılan devlet müdahaleleri de zarar vermekte. Bu, bir anlamda, karşılıklılığa dayanan insan toplumlarının kaybedilmesi sonucunu  vermekte. Topluma yeniden kavuşmamız için ise devlet müdahalelerinin geri çevrilmesi gerekmekte. Ridley’in deyişiyle:

“Aziz Augustinus’a göre toplumsal düzenin kaynağı İsa’nın öğretilerinde, Hobbes’a göre egemen güçte/iktidarda, Rousseau’ya göre tek başınalıkta, Lenin’e göre siyasi partide yatıyordu. Hepsi de yanılıyordu. Toplumsal düzenin kökleri, kusursuzca uyumlu ve erdemli bir toplum olmasa da, günümüzdeki mevcut toplumdan daha iyisini yaratmaya yönelik içgüdüsel kapasitemizi barındıran kafalarımızın içindedir. Kurumlarımızı, bu içgüdüleri canlandıracak biçimde inşa etmeliyiz. Bunun içerdiği en büyük anlam, eşit bireyler arasındaki alış verişi teşvik etmektir. Tıpkı ülkeler arasındaki ticaret, aralarındaki dostluğun gelişmesi adına en iyi reçeteyi sunduğu gibi, imtiyaz ve yetki sahibi bireylerin işbirliği için de en iyi reçeteyi sunar. Eşit bireyler arasındaki toplumsal ve maddi alış verişi teşvik etmeliyiz zira bu güvenin hammaddesidir ve güven de erdemin temeldir.”

Özetle, daha az devlet daha çok erdem demektir.

Sorunun Ne Olduğu Değil; Çözümün Ne Oluğu Önemlidir – 1

Yazının başlığındaki sözün mimarı HDP olağan meclis toplantısında konuşan Mithat Sancar Hoca’dır. Yani her Salı günü yapılan grup toplantısında… Tarih tam olarak 10 Kasım 2020! HDP açısından kitabın ortasından yapılan ama söz konusu KCK kamuoyuna mal olmuş adıyla PKK olunca kendi samimiyetlerinin ayağına sıkan konuşmaların ve tutumlarının bilmem kaçıncısıdır.

Bu sefer öyle olmadı. Bu sefer öznenin adını açıklamasa da yani örtülü de olsa taraflardan birinin KCK olduğu taraflara çözümlerinin yanlış olduğunu ifade ediyor. Hiçbir Kürt gücünün kendi halkına acı yaşatmaya sebep olacak hadiseler yaşatma hakkı olmadığını ifade ettikten sonra daha vurgulu ve kendisinden emin bir şekilde sözlerine şöyle devam ediyor Sancar Hoca: “Sorun ne olursa olsun Kürt güçlerine düşen tek şey var: Çözümü diyalogda aramak! Sorunun ne olduğu önemli değil, çözümün ne olduğu önemlidir.

HDP Sosyal medya hesabında da başkanlarının konuşmasında muhtemelen önemli gördüklerini yazılı olarak tweetlemiş olsa da konuşmanın bu kısmını önemli görmemiş ya da kaçırmış olsa gerek bu kısmı tweetlememiştir. Ama bu konuşmasından sonra Sancar Hoca’nın yaptığı çağrıyı eksik de olsa tweetlemiş. Ve sosyal medya hesabında paylaşmıştır. İlgili Paylaşım şöyle:

Eksik de olsa tweetlemiş cümlesini açmak gerekirse Sancar Hoca’nın konuşmasında yaptığı ve salonun alkışladığı çağrısı tam olarak şöyle: “Kürt halkına, yazarlara, sanatçılara, alimlere, rûsipîlere çağrı yapıyoruz; Kürtler arası her türlü sorunun tek çözüm yolunun diyalog ve müzakere olduğunu sizler de haykırın, daha yüksek sesle bütün siyasi güçlere söyleyin. HDP bu konuda üzerine düşen görevi yapmaya hazırdır.

Sancar Hoca’nın salondan alkış alan yaptığı çağrıda tek çözüm yolunun diyalog olduğunu ifade ederken yapılan paylaşımda ise tek çözüm ifadesi çıkartılmıştır.

“Ne olacak sanki kurumsal hesapta paylaşım yapan konuşmanın o kısmını not edememiş olabilir. Yani konuşmanın hızına yetişmemiş olabilir” diyebileceklere hatırlatmak isterim ki kurumsal hesaplarında paylaşım yapanlar konuşmada geçen “bütün siyasi güçlere” ifadesini atlamamış. Belki de atlanılan ya da atlanılmayan ifadeler kurumsal kimliğin algıda seçiciliğidir. Yani tek çözüm ifadesi ya bilerek ve kasıtlı olarak verilmedi ya da kasıtlı olmasa da algıda seçicilerinden dolayı verilmedi. Her iki durumda da bir anlayış sorunu var.

Bu yazının konusu bu olmamakla beraber okuyucuyu aydınlatmak adına belirtmek gerekirse bu açıklamaya sebebiyet veren olay Sancar Hoca’nın “Güney’de endişe verici, kaygı verici haberler geliyor” diye ifade ettiği aslında PKK- KDP arasındaki gerilimdir. “Gerilim” dediysem esasen olan şey PKK’nın KDP’nin hem güvenlik güçlerine hem de ekonomik değeri olan petrol boru hattına yönelik silahlı saldırılarıdır. Bu saldırılarda Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin uğradığı ekonomik zarar ve güvenlik güçlerinin can kaybı var.

Sancar Hoca durumun tam adını koyup bir başsağlığı da dilemek yerine “Kürt güçleri arasında yüksek gerilim”, “üzücü haberler” demeyi tercih ediyor konuşmasında. Aynı konuşmasının yani mecliste yaptığı HDP’nin sosyal medya hesabında yayınladığı 32.42 dakikalık konuşmasının 20. dakikasında ifade ettiği “Kürtlerin hayatı ucuz değil” tespitiyle de bir tezatlık oluşturuyor aslında bu tutumu. Nitekim yapılan bu saldırıların tam ismini koymak yerine “yüksek gerilim” diyerek geçiştirmek veya bu saldırılarda yaşanan can kaybı olmasına rağmen “üzücü olaylar” söylemine indirgemek kelimenin tam anlamıyla durumu “ucuz”laştırmaktır.

Eksik de olsa yapılan tweet paylaşımı, başkanın konuşmasında durumun tam adını koymak yerine “gerilim” diye geçiştirmesi, “üzücü haberler”e indirgenen PKK saldırısı sonucu yaşanan can ve mal kayıpları ve örtülü de olsa KCK’ye yapılan tek çözümün diyalog olduğu çağrısını gölgelememelidir.

Sancar Hoca’nın konuşmasında önemli olan şey sorunların her ne olursa olsun tek çözüm yolunun çatışmalar olmayıp diyalog ve müzakere olduğunu belirtmiş olmasıdır.

Bu çağrının muhatabının KCK olması, HDP-KCK ilişkisinin bir vesayet, baskı değil; aksine organik bir ilişki olduğu göz önüne alınırsa diyalogun tek çözüm olduğu çağrısı sorunun tespiti açısından önem arz ediyor. Çünkü KCK şiddeti hem örgüt içinde, hem muhtemel Kürdi rakiplerine karşı hem de özellikle Türkiye’de olmak üzere bir varoluş aracı olarak ilk kuruluşundan beri kullanıyor.

Sancar Hoca’nın ifadeleriyle “sorunun değil; çözümün ne olduğunun önemli olduğu” ilkesinden yola çıkacak olursak; sorun ne olursa olsun çözümün bir parçası olmak isteyenin esasen başvurması gereken tek yolun müzakere ve diyalog olması gerektiği sonucuna varabiliriz. Bu temelde KCK’nın her fırsatta başvurduğu şiddettin esas problem olduğu tespitini de yapmak gerekiyor. Yani Türkiye’de Kürt Meselesi’nde çözümün bir parçası olmak isteyenler esasen yapması gereken şeyin tek çözüm yolunun çatışmalar ve silahlı araçlar değil; diyalog ve uzlaşı yollarının geliştirilmesi, korunması olduğu sonucuna varmamız gerekiyor. HDP’nin sahip olduğu imkânlar göz önüne alınırsa Türkiye’de bu imkânlar fazlasıyla mümkündür.

Her ne kadar Sancar Hoca ismini koymadan aslında bahsettiği KCK’nın  Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin önemli bir aktörü olan KDP’ye yönelik saldırılara atıfla şiddetin değil; müzakerenin tek çözüm yolu olduğunu ifade ediyorsa da aynı çözüm önerisini KCK’nın Türkiye’de “başka yol yok” deyip siyasi cinayetlere kadar varan şiddet olayları için de “sorun ne olursa olsun tek çözüm yolunun müzakere ve diyalog” olduğu çağrısını ifade etmelidir. Bunu hem kendi partisinin sahip olduğu imkân ve fırsatlara hem de konuşmasında ifade ettiği “Kürtlerin hayatı ucuz değil” ifadelerinin kıymetine binaen yapmalıdır.

Yanı başımızdaki sorunlar için geçerli olan tek çözüm yolu çatışma değil, diyalog ve müzakere ise Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde üçüncü büyük parti olmalarına rağmen dönüp Türkiye’de de KCK’nın şiddetine “yanlıştır, doğru değildir” demeleri gerekiyor. Orada yanlış olan bir yöntem burada da yanlış olmalıdır. Tek çözüm yolu orası için diyalog ise Türkiye içinde de diyalog olması önünde hiçbir engel yoktur.

“Sorun ne olursa olsun Kürt güçlerine düşen tek şey var: çözümü diyalogda aramak! Sorunun ne olduğu önemli değil, çözümün ne olduğu önemlidir” cümlesinin önemine ve kendi samimiyetleri açısından ve gerçekten çözümün bir parçası olmaları adına bu çağrıyı yapmaları gerekmektedir.

Not: Bir sonraki yazının konusu yapılan çağrının örnekler üzerinden HDP pratiği ile karşılaştırması olacaktır.

Bir Bakanın İstifası

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hükümetinin, Hazine ve Maliye’den sorumlu bakanı, damadı Berat Albayrak, instagram hesabından görevi bıraktığını (istifa ettiğini) duyurdu. İstifanın, alışılmışın dışında bir şekilde açıklanması, istifa edenin, hükümet sahibinin damadı olması ve haber kaynaklarında uzun süre yer al(a)maması, resmi açıklamanın 27 saat gecikmesi ve yeni bakanın ancak saat 24’ten sonra atanması, öncelikle muhalefetin ve toplumun tüm kesimlerinin tepkisini çekti. Hatta muhalefet “ülkenin bir devlet kriziyle karşı karşıya olduğunu” bile söyledi.

Bu paragrafta dikkat etmemiz gereken birkaç nokta var. Her şeyden önce Türkiye’nin artık parlamenter sistemle değil, başkanlık sistemiyle yönetildiğini belirterek başlayalım. Yeni sistemde bir bakanın istifa etmesiyle, eski sistemde bakanın istifa etmesi aynı değerde ve ağırlıkta değil. Eski sistemde “bakan”, parlamentodan “güvenoyu” alan 25 bakan ve 1 Başbakan’dan oluşan hükümetin bir parçası. Yani, Bakanlar Kurulu’nun bir üyesi. Eski sistemdeki bakanın ağırlığı yeni sistemdeki bakana göre çok çok fazladır. Örneğin bir kararnamenin bir bakan tarafından imzalanmaması, hükümette krize yol açan ve kararnamenin yürürlüğe girmesini engelleyen bir etmendir. Oysa yeni sistemde bakanın böyle bir ağırlığı yok. Yani Bakanlar Kurulu’nun üyesi değil. Böyle bir imza yetkisi ve görevi yok. Yani, eski sistemdeki bakan, hükümetin, görevde olduğu müddetçe ayrılmaz bir parçasıdır. Yeni sistemde ise sadece “işgören” hükmündedir. Eğer yaşanan son olay eski sistemde olsaydı, belki bir “yönetim krizi”nden bahsedilebilirdi.

Yeni sistemde, Hazine ve Maliye Bakanı da Recep Tayyip Erdoğan’dır, Aile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı da. Yani hükümet tek başına Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dır. Bakanlık görevine getirilenler ise, o alanlardaki işlerin görülmesi için atanmış “işgörenler”dir. Dolayısıyla Hazine ve Maliye Bakanı’nın istifası, ne devlet krizidir ne de ekonominin başını boş bırakmıştır. (Belki sadece aile içi bir kriz olabilir). Cumhurbaşkanı orada oturduğu müddetçe hükümet eksiksiz olarak görevinin başındadır. Cumhurbaşkanı isterse Hazine ve Maliye Bakanlığına kimseyi atamayıp, mesaisinin bir kısmını o alana harcayıp yine de hükümetini sürdürebilir. Kimse de “neden şuraya bakan atamıyorsun” diye soramaz. Çünkü tek kişilik hükümet görevinin başındadır. Artık, parlamenter sistemdeki hükümet ve Bakanlar Kurulu bilgilerimizi terk etmeye ve yeni sistemi özümsemeye çalışsak iyi olur. Ama görünen o ki, sade vatandaştan daha çok, muhalefet görevi yapan siyasiler henüz daha yeni sistemin mantığını anlayabilmiş değil gibi görünüyorlar.

Bir diğer önemli konu ise, istifa eden kişinin, eski ve yeni sistemde bakan yapılarak ve kayırıldığı düşünülerek sürekli rahatsız olunan, Cumhurbaşkanının damadı olmasıdır. Hazine ve Maliye Bakanlığını düne kadar başka bir isim deruhte etseydi ve o istifa etseydi, Berat Albayrak’ın istifası gibi ses getirmez ve bu kadar magazinleşmezdi. Tepkilerin katsayısını yükselten, Albayrak’ın aileden biri olması ve kayınpederinin hükümetindeki “görevinden affını” istemesi olmuştur.

Bu istifa olayında dikkat çeken bir başka konu ise, Albayrak’ın, istifayı kendi instagram hesabından duyurup ortadan kaybolması oldu. Kendisi sözlü bir açıklama yapmadı, hiçbir mecrada sesi duyulmadı, hükümetin merkezinden de 20 saatten fazla bir açıklama gelmedi. Haberin gerçek olup olmadığı, hesabın hacklenip hacklenmediği, istifanın kabul edilip edilmediği, Cumhurbaşkanının istifayı kabul edip etmeyeceği, gereksiz yere uzun süre tartıştırıldı. Yine aynı şeyi söylemem gerekirse, Cumhurbaşkanlığından hiç açıklama yapılmadan bile yeni bakan Resmî Gazete’de yayınlanarak atanabilirdi. Çünkü yeni sistemin mantığı budur.

Belki ikincil derecede dikkat edilecek bir konu ise, istifanın, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun istifa şekline benzemesiydi. Soylu da twitter hesabından istifa ettiğini bildirmişti. Ama, istifa açıklandığı andan itibaren, kendisinin yönetiminden zarar gören bazı kesimlerin dışındaki hemen herkes kampanya yaparak “Cumhurbaşkanı’nın istifayı kabul etmemesi gerektiği”ni söylemişti. Yani bu yoğun kamuoyu baskısı, belki de Cumhurbaşkanı’nı istifayı kabul etmeme kararını vermek zorunda bıraktı. Aynı durum bu sefer de olabilir miydi? Bunu bekleyenler vardı elbet. Belki Berat Albayrak da arkasında böyle bir destek olacağını zannetti. Ama beklediği gibi olmadı. Hatta istifası, Soylu’nun aksine sevinç bile yarattı denilebilir. Belki Cumhurbaşkanı da kamuoyunun tepkisini ölçmek amacıyla bir müddet beklemiş olabilir.

Son olarak da, istifa edenin, şu sıralar halk arasında memnuniyetsizliğin en yüksek olduğu ekonomiden sorumlu bakanlıkta olması, kamuoyunun dikkatinin yoğunlaşmasına sebep oldu. Çünkü dünyayla birlikte Türkiye de ekonomik bir darboğazdan geçiyor ve bütün sıkıntıların “damat”ın yüzünden olduğu propagandası hâkim. Şayet istifa eden Hazine Bakanı, Cumhurbaşkanı’nın damadı, Berat Albayrak değil de Gençlik ve Spor Bakanı (sadece örnek olsun diye bu bakanlığı seçtim) olsaydı ya da Berat Albayrak Cumhurbaşkanının damadı olmasaydı, olay bu kadar ilgi çekmeyecek, belki de kimsenin haberi olmayacak, istifanın sosyal medyadan duyurulması garipsenmeyecek, ardında neler olduğu bu kadar merak edilmeyecek, devlet krizinden bahsedilmeyecek, Külliye’den açıklamanın gecikmesi dert edilmeyecek yerine kimin atandığı da sadece haberlerden bir haber olarak geçiştirilecekti. Nitekim benzer bir durum daha önce Ulaştırma Bakanlığı’nda yaşanmıştı.

Yeni sistem iyi mi oldu kötü mü, bu başka bir konu. Sadece yaşanan son olayı, yeni sistemin ruhu içinde değerlendirmeyi becerebilmeyi öğrenmeliyiz.

Melik Nazır ESİRCİ <mnesirci @ gmail.com>

Hayallerin Cumhuriyeti ve Cumhuriyetçiliğin Gerçekleri

Cumhuriyetin 98. İlan yılını geçtiğimiz günlerde bir kez daha kutladık. Böyle günlerde cumhuriyetin ne olup olmadığı gibi tartışma panel ve konferanslar yapılmıyor bunun yerine ezber basmakalıp sloganlara boğuluyoruz, gün boyu… Esasen cumhuriyetçiliğin felsefesi, temel dinamikleri ve misyonu bilinmiyor. Hayallerdeki cumhuriyetin kutsanması ile böyle günler geçiştiriliyor.

Psikolojide ‘ideal benlik ile reel benlik’ çatışması/karmaşası vardır. Bizim cumhuriyete bakışımız da böyle tezahür etmektedir. Vaktiyle Cemil Koçak; 26 Ekim 2013 tarihli Star Gazetesindeki köşesinde: “Cumhuriyet başka bir şeydir; Demokrasi ise bambaşka bir şey” başlıklı yazısında (http://www.star.com.tr/yazar/cumhuriyet-baska-bir-seydir-3b-demokrasi-ise-bambaska-bir-sey-yazi-800537/ Erişim: 7 Kasım 2020) Türkiye Cumhuriyetinin demokrasi açığını gözler önüne sermişti. Yazı o günlerde dikkat çekmişti, bu minvalde başka yazılar da zaman zaman basında yer alıyor. Bu tür değerlendirmelerin iki önemli sonucu olmaktadır: 1. Demokrasi ve özgürlükçü çevrelerce dillendirilen cumhuriyetin demokrasi açığı görünür olmuştur. 2. Sonuç ise; “cumhuriyet kusursuz bir ideolojidir, Türkiye’de birkaç eksiği giderilirse mükemmel olur” anlayışı hâkim olmuştur. Bundan sonra cumhuriyet eleştirilmez oldu, “kusursuz yönetime bir tık uzakta olma” hali şeklinde tasvir edebileceğimiz bir entelektüel uykuya daldık. Oysa gerçekler bambaşka… Cumhuriyetimiz, cumhuriyetçilik felsefesinden, zihin dünyasından ve yapılarından ayrı filan değildir. Cumhuriyetimiz cumhuriyetçilik ile uyuşum içindedir. Yani, cumhuriyet tam manasıyla olgun, kâmil cumhuriyetçilik rejiminin tasarladığı biçimde kurulmuş ve sistem eksiksiz çalışmaktadır.

Cumhuriyetçilik

Kökleri Antik Yunan kent devletlerine dayanan, Roma medeniyeti ile form değiştiren cumhuriyetçilik geleneği, daha yeni sayılabilecek liberal geleneğe göre daha kadim bir devlet ve özgürlük anlayışıdır. Cumhuriyetçilik geleneğinin daha eski dönemlerden itibaren yaşıyor olması onu, bir dizi farklı dönemler temelinde değerlendirmeyi zorunlu kılmaktadır. Siyaset bilimciler cumhuriyetçi geleneği, (klasik cumhuriyetçilik, Roma cumhuriyeti, neo-klasik cumhuriyetçilik) gibi kategorilere ayırmaktadırlar. Günümüzde kıta Avrupa’da neo-klasik cumhuriyetleri görmek mümkündür. Fransa, Almanya ve İtalya gibi.

Cumhuriyetçiliğin merkezinde müdahalecilik yatar. Cumhuriyetçi yönetim modelinde devletin görev alanı sosyoekonomik iyileştirmeleri aşarak genel kamusal müdahaleye dönüşmektedir. Ahu Tunçel, cumhuriyetçilerin müdahaleci fonksiyonunu şöyle yorumlamaktadır: “Böylece cumhuriyetçiler, devletin bağımsızlığını koruma yolunda, liberal açıdan özgürlük kaybı olarak değerlendirilebilecek olan yükümlülükleri üstlenmekten ve siyasal katılımda bulunmaktan kaçınmazlar. Dahası bir cumhuriyetçi için katılım, ödevden çok hak olarak tanımlana gelir” (Tunçel, 2010: 47).

Cumhuriyetçi model, tahakkümsüzlük olarak özgürlük idealine odaklanmıştır. Kamusallık, eşitlik, özgürlük ve devlete yükledikleri fonksiyonlarla liberal gelenekten ayrılmaktadır. “Sonuç olarak ister klasik ister çağdaş olsun tüm versiyonlarında cumhuriyetçi düşünce, ahlâkî açıdan biçimlendirici, ekonomik açıdan ise yeniden dağıtımcı bir idealdir” (Tunçel, 2010: 53). Cumhuriyetçiler, erdemli yurttaş, yasanın egemenliği, devletin dağıtımcı misyonu ile bir yönetim perspektifi sunmaktadırlar.

Cumhuriyetçilik, kamusal yurttaşlık, eğitime yüklediği kutsallık, radikal demokrasi anlayışı ve sosyal devlet misyonu ile malûl bir yönetim biçimi ve anlayışıdır. Liberal demokratik sistemle aralarında ciddi farklılıklar yatmaktadır. Cumhuriyette yurttaş, cumhuriyetin gövdesindeki hücredir, yurttaş cumhuriyette, cumhuriyet yurttaştadır. İkisi birinden ayrılmaz. Kamusal görevler, yine cumhuriyetin ayırt edici yönlerinden biridir. Hak-görev şartı belirgin biçimde gündemde yerini alır. Demokrasi bir yaşam biçimi olarak tarif edilir. Devlet yeniden dağıtım aracıdır. Cumhuriyetçilik anlayışı ile kurucu elitlerin yapı taşlarını döşediği cumhuriyetin ortaya çıkardığı problemlere bakalım:

  1. İnsan hakkı ihlâlleri,
  2. Din özgürlüğü sorunu
  3. İfade hakkı sorunu,
  4. Mülkiyet hakkı sorunu,
  5. Demokrasi sorunu,
  6. Vesayet sorunu,
  7. Ekonomik geri kalmışlık,
  8. Siyasal katılım problemleri,
  9. Azınlık grupların sorunları (Fransa’daki Korsikalıların sorunları gibi).
  10. Aile hakkı problemi,
  11. Devlet aygıtının devasa büyüklüğü,
  12. Kamusal alan sorunu,
  13. Yurttaş-devlet ilişkisi sorunu,
  14. Toplum mühendisliği sorunu

Türkiye cumhuriyeti tam anlamıyla cumhuriyetçilik anlayışı ile kurulmuş, örgütlenmiş ve kurumsallaştırılmıştır. Buradan liberal demokratik bir sistem aramanın bir anlamı yoktur, gerçekçi de değildir. Cumhuriyetçiliği tam anlamıyla tanımadan, bilmeden kutsayıp durmak ilerlemeye değil gerilemeye tekabül eder. Cumhuriyet yönetim biçiminin “kusursuz” olduğu anlayışı terk edilmeli, Cumhuriyetçiliğin araştırılması, sistemin anti demokratik, insan haklarını yok sayan, devletleri ekonomik olarak bitiren problemli sosyal devlet anlayışı ile yüzleşmeliyiz.

Türkiye Cumhuriyeti tam olarak cumhuriyetçilik felsefesi ile kurumsallaşmıştır, eksiği gediği yoktur. 100 yılda geldiğimiz nokta budur. Temel insan haklarını, basit demokratik olgunluğu ve sosyo ekonomik gelişmeyi hâlâ kâmil olarak sağlayamadıysak bu cumhuriyet sisteminin bir sonucudur. Gerçekler ile yüzleşmekte geç bile kalınmıştır, her cumhuriyet bayramında aynı sloganlar ile teselli olmak istemiyoruz…

Kaynaklar:

Tunçel, A. (2010) Bir Siyaset Felsefesi Cumhuriyetçi Özgürlük, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.

ABD Seçimlerinden Dersler

ABD seçimleri, birçok gözlemcinin beklediği üzere, bir çıkmaza girdi. Her ne kadar Biden yarışı önde götürüyor ve bitiş ipini göğüsleyecek gibi görünüyor olsa da bu seçimlerin hem ABD’nin kendisi hem de genel olarak demokrasi teorisi ve pratiği açışından anlamları ve sonuçları var. Bu yüzden, ben bu yazıda adayların karakterleri ve bunun izleyecekleri politikalara tesiri ile seçim sonuçlarının dünyaya muhtemel etkilerinden ziyade seçim güvenliği üzerinde durmak istiyorum.

Demokrasi yürütülmesi zor bir rejim. İktidarların (ve kimi durumlarda muhalefetin) hangi icraatlarının demokrasiye uygun olup olmadığının her vakada yeterince açık ve net olmamasına ilaveten demokrasiyi koruma arzusu da çeşitli bilinmezliklere ve sıkıntılara yol açmakta. Ancak, daha önce de çeşitli yazılarımda vurguladığım üzere, demokrasinin en önemli gereklerinden biri seçim güvenliği. Âdil, rekabetçi ve serbest seçim yapamayan bir ülkenin demokrasi olması ve/veya demokrasi olarak kalması çok zor. ABD şimdi ciddî bir seçim güvenliği sorunuyla karşı karşıya ve bu sorunun sadece kendisi için değil tüm dünya için sonuçları var. Başka bir deyişle sorunun demokrasi blokunun bir çevre ülkesinde değil mihver ülkesinde vuku bulması demokrasinin itibarına büyük darbe indiriyor ve ABD’nin dünyanın başka ülkelerinde samimi veya gayri samimi bir şekilde üstlenmeye çalıştığı öncü demokrat role bir darbe daha indiriyor.

ABD’nin seçim güvenliği sorununun çeşitli kökleri ve yansımaları mevcut. Bunların bir kısmı kadim bir kısmı yeni. ABD’nin genel problemi başkan seçiminde başkanın doğrudan halk tarafından değil seçimlerle oluşan bir ikinci seçmenler heyeti tarafından seçilmesi. Bu, Amerikan kurucu babalarının demokrasiye olan güvensizliğinin bir yansıması. Kurucular bu yolu tesis etmek suretiyle cahil halk kitlelerinin yönetime ağrılık koymasının önüne geçmek istemişti. Bu sayede oyların çoğunluğunu değil azınlığını alan bir kişi de başkan seçilebiliyor. ABD tarihinde bunun son örneği mevcut başkan Trump’ın rakibi Clinton’dan daha az oy almasına rağmen seçimden başkan olarak çıkmasıydı. Ancak, köprülerin altından çok sular aktı ve bugünün standartlarıyla bu düzenlemenin pek de demokratik olmadığı ve halkın iradesinin sandıktan yönetme yansımasına engel olan durumlar yarattığı gayet açık.

ABD’nin seçim güvenliği sorunun bir diğer ayağı, mektupla oy kullanmanın yarattığı sıkıntılar. Şüphe yok ki ABD gibi hem coğrafya hem de nüfus bakımından geniş bir ülkede insanların seçimlere mektupla katılması uygulaması iyi niyetle yapılmış ve işe yarar bir düzenleme. Ancak, federal bir sisteme sahip olan ülkede buna ilişkin düzenlemelerin değişiklik göstermesi bir belirsizlik ve haksızlık yaratma potansiyeline sahip. Nitekim mektupla oy kullanma hakkında zamana ilişkin olarak eyaletten eyalete değişlik gösteren düzenlemeler var. Bazı eyaletler seçim günüyle sınırlı tuttuğu mektupla oy verme hakkı diğer bazı eyaletlerde 12 Kasım’a kadar, yani seçim gününden dokuz gün sonrasına kadar uzayabiliyor. Bu elbette hoş olmayan bir durum ve Trump’ın şikayetleri bu bakımdan çok da yersiz değil. Bu görüşe yapılabilecek bir itiraz, düzenlemelerin seçimlerden önce yapıldığı ve ilan edildiği olabilir. Ne var ki, bu durum problemi bir dereceye kadar hafifletebilir ama tamamen ortadan kaldırmaz.

Amerikan seçim sisteminin bir diğer önemli problemi, seçimlerin kimin gözetim ve denetiminde yapılacağı. Amerikan seçimlerinde itirazlar olursa iş yargıya havale edilebiliyor ve en sonunda vakalar Amerikan Supreme Court’una kadar taşınabiliyor. Ama olağan şartlarda seçimi gözetleyen ve oyları sayan, idare cihazı. Her ne kadar Amerikan bürokrasisinin diğer birçok ülkenin bürokrasisine nazaran daha temiz ve dürüst olduğu kabul edilebilirse de bu durum şimdiki gibi kutuplaşmanın arttığı ve gerilimin yükseldiği kritik zamanlarda çok kötü neticelere yol açabilir. Seçimlerin Türkiye’de olduğu gibi yargı denetiminde yapılması idare denetiminde yapılmasından daha iyi bir uygulama. ABD bu bakımdan Türkiye’den ders alabilir…

Bir diğer problem oyların sayılması ve tutanaklara aktarılması esnasında belirebiliyor. Son seçimde, oyların sayılması sürecine, bazı eyaletlerde, Cumhuriyetçi Parti gözlemcilerinin gereği gibi katılmasına, eyaletlerin Demokrat valileri tarafından izin verilmedi. Böyle bir tutum en azından oyların sağlıklı sayılıp sayılmadığı hakkında şüphe yaratmaya katkıda bulunabilir.

Bu seçim mahkemede sonuçlanacağa benziyor. Ama uzun vadede en önemli şey, 31 Mart 2019 mahalli seçimleri esnasında -özellikle İstanbul seçimleri için- söylediğim gibi, kimin seçildiğinden ziyade adil ve dürüst seçimler yapıldığına inanılması. Bu inanç bir defa ve kalıcı olarak yıkılırsa demokrasinin bir enkaza dönüşmesi tehlikesi mevcut.

Bakalım ABD başkanlık seçimlerinin güvenliğini sağlamak için ciddî reformlar yapma yoluna gidebilecek mi…

Doktordan neyim eksik?

İlgili başka bir yazı Sosyalizm Eşitlik mi Kölelik mi?

Önümdeki koltukta oturan iki hanımdan konuşmayı daha çok seveni diğerine diyordu ki:

– Doktorun da iki gözü var, benim de. Onun da iki kulağı, bir burnu var, benim de. O da iki kap yemekle doyuyor, ben de. Onun da bir eve ihtiyacı var, benim de. Onun çocuğu varsa, benim de var. Hem de okuyor. İhtiyaçlarımız aynıyken gelirimiz niye farklı olsun? Benim doktordan neyim eksik?

İhtiyaçlarımız eşit mi ki?

Bu soruya ancak büyük genellemeler yaparak ‘evet’ cevabı verilebilir. Öyle ki barınma, beslenme ve giyinme gibi temel ihtiyaçlar bakımından eşit olsak da, bu ihtiyaçların nerede, ne zaman ve ne şekilde karşılanacağında anlaşamayız. Sözgelimi, barınma sorununu bir yalı veya köşkte oturarak da çözebiliriz, lüks veya mütevazı bir apartman dairesiyle de. Nerede barınacağım sorusuna verilecek her farklı cevap bir eşitsizlik üreteceğinden, evvelâ seçenek sayısının azaltılması gerekir.

Yalı ve köşk sayısının azlığı dikkate alınacak olursa, barınma meselesinde eşitliği tesis etmenin en kolay ve makul yolu, herkesi bir apartman dairesine yerleştirmek gibi görünüyor. Lâkin bu defa da başka bir sorun çıkar karşımıza: Apartmanların bir kısmı merkezî muhitlerde, bir kısmı şehre uzak. Merkezî muhitlerde kim oturacak, çeperde kim? Kim, hangi katta oturacak? Güneş gören ve görmeyen daireler, yalıtımlılar ve yalıtımsızlar… derken bir sürü ayrıntıyı tek tek düşünmek ve planlamak gerekecek. Amacımız tam bir eşitlikse, bütün ayrıntılar önemli.

Bunlar, sadece ‘barınma’ başlığında karşımıza çıkan sorunlar. Beslenme ve giyinme gibi temel ihtiyaçlarımızın da eşitlik düsturuyla karşılanmaya çalışılması, işi daha da karıştırır. Diğer (daha alt düzey) ihtiyaçların da devreye girmesi ise içinden çıkılmaz bir hâle getirir.

Hayatın her alanını eşitlikçi bir anlayışla düzenlemeye kalkmak, insanları bu yeni (eşitlikçi) düzene uymaya zorlayacak bir gücün varlığını gerektirir; yani devletin. Devlet mutasavver (soyut) bir varlık olduğundan, onun adına bu gücü hükümet, partililer ve bürokratlar kullanır. Yazının başında bahsettiğim hanımın hayali gerçekleşmiş olsa, günümüz Türkiye’sinde bütün bu kararlar Erdoğan ve Ak Parti kadroları tarafından alınmaya başlanacak. Sol görüşlü olduğunu sandığım o hanım, buna hazır ve razı mı?

Kendi dünya görüşü dışında birinin iktidara gelme ihtimalini (riskini!) ortadan kaldırmadan bu soruya müspet cevap verilemez. Bu ise, kendi fikri ve programı dışındaki bütün fikir teşekküllerinin siyaset meydanından dışlayan otoriter bir rejimle mümkündür. Eşitlik ısrarı arttıkça rejimin rengi otoriterlikten totaliterliğe doğru kayacaktır.

Ara çözümler mümkün mü?

Elbette her şey bu kadar uç noktalarda seyretmeyebilir. Vatandaşlarının daha eşit şartlarda hayat sürmesini isteyen hükümetler, yaptığı işe bakılmaksızın bütün çalışanların aynı maaşı almasını öngören yasal düzenlemeler yaparak daha dolaylı müdahalelerde bulunabilir.

Meselâ bir kanun veya kararname ile, her kademedeki kamu çalışanının maaşı en yüksek devlet memuru maaşına yükseltilebilir. Ne var ki bu durum, kamu ve özel sektör çalışanları arasındaki ücret makasının açılmasına sebep olur. Eşitliği sağlamak için yeni ve daha güçlü müdahalelerde bulunulması gerekecektir.

Bu müdahalelerden ilki, asgari ücreti en yüksek devlet memuru maaşına yükseltmektir. Böylece kamu ve özel sektör çalışanları, aynı maaşı almaya başlar. Ücretler eşitlenmekle kalmamış, yükselmiştir de!..

Ücret hadlerindeki artışın yol açacağı işsizliği önlemek isteyen hükümetin -hangi hükümet bunu istemez ki?- bir sonraki hamlesi, işverenlerin sırtına binen bu (ilâve) yükün bütçeden karşılanacağını ilan etmek ve/veya kamuda istihdam seferberliği başlatmak olmalıdır. Her ikisi de vergi mükelleflerinin sırtına yeni ve büyük yükler bindirir.

Radikal çözüm

Ücret eşitsizliğini ortadan kaldırmanın daha kestirme ve en radikal yolu, çalışma çağındaki herkesi devlet memuru yapmak ve hepsine aynı ücreti ödemektir. Böyle bir ekonomide, çalışanlarına yüksek ücretler ödemeyi göze alabilen az sayıdaki patron ile bakkal, manav, ayakkabı tamircisi, kahveci gibi kendi kas gücüyle çalışanlar dışında herkes devlet memuru olur.

Özel sektörü neredeyse yok edilmiş bir ekonomiden vergi toplamak mümkün olmayacağından, gerek bütçeye gelir temin etmek ve istihdam yaratmak, gerekse vaktiyle özel sektörün sunduğu hizmetleri arz etmek üzere her alanda kamu girişimciliğine başvurulur. Devletle rekabet edemeyen özel sektörün son temsilcilerinin kepenk kapatmasıyla ekonomi tamamen devletin kontrolüne geçer. Bunun adı sosyalizmdir.

Kanun önünde eşitlik dışında her kim eşitlikten fazlaca söz ediyorsa, bilin ki ya sosyalisttir veya sosyalizmin tesiri altında kalan tiplerdir (anti kapitalist Müslümanlar gibi).

Sosyal Medya Düzenlemeleri: Denetim ve İfade Özgürlüğünün Çatışması 2

Önceki, Sosyal Medya Düzenlemeleri: Denetim ve İfade Özgürlüğünün Çatışması başlıklı yazımda da vurguladığım üzere sosyal medya, insanların kendilerini rahatça ifade edebildikleri kendine has özellikleri olan platformlardan oluşuyor. Ve insanlar bu kendine has özgürlük hissini seviyorlar. Anonim olabilmeyi, ya da çok sevdikleri bir takma adla yeni bir kimlik yaratabilmeyi ya da kendi isimleri ile istedikleri an istediklerini yazabilmeyi seviyorlar. İfade özgürlüğünün belki de en özgür haline tanıklık edebiliyoruz bu platformlarda. Yine de bu platformlara yönelik hem devletler hem şirketler hem de bireyler nezdinde denetim sesleri çıkmaya başladı. Bu uçsuz bucaksız özgürlük alanının kötüye kullanılmasının engellenmesi ve bu kötü niyetli kullanıcıların cezalandırılması veya susturulması gerektiği tartışılıyor.

Mesleğinin henüz ilk aylarını yaşamakta olan genç bir hukukçu olarak, bu tartışma benim de zihnimi kurcalıyor. İfade özgürlüğü, asla vazgeçemeyeceğim en önemli değerlerden birisi benim için. Öte yandan sosyal medyada belli başlı suçların işlenmemesi için bir çözüm arayışına girmek de mesleğim gereği sorumlu hissettiğim bir konu. Yine de bu konuda bir denge oluşturabilmek veya bu dengeyi zihninizde kavramak bile çok zor ve yorucu. Anlatayım:

Öncelikle belli başlı suçlar var ki bu suçlarla mücadele asla ihmal edilemez. Örneğin sosyal medya üzerinden pedofili ile ilgili suçlar ihmal edilemez ve mutlaka tüm dünyada gereği yapılmalıdır. Yine nefret suçunun, savaşa teşvikin, insanların kişilik haklarına saldırının ifade hürriyeti sınırları içinde değerlendirilmesi çok zordur. Bu suçlara ilişkin denetim ve işlemler sosyal medyada da olsa sürdürülmelidir.

Öte yandan az önce bahsettiğim sosyal medyanın kendine has cazibesinin de kaybedilmemesi gerekir. Bunun için de belli başlı gizlilik koşullarının sağlanması elzemdir. Örneğin, sosyal medya platformlarının herhangi bir devletin talep ettiği her bilgiyi vermemeleri buna örnek gösterilebilir. IP numaramıza ilişkin bilgilerin (ki bu bilgiler ile adresimize kadar tespitimiz mümkündür) servis sağlayıcılar tarafından verilmek istenmemesi sosyal medyanın kendine has özgürlükleri koruma çabası(?) çerçevesinde değerlendirilmesi gerekir.

İşte bu noktada suçlarla mücadele ile sosyal medyada özgürlüklerin korunması arasında bir denge oluşturulması elzemdir. Bu dengeyi sağlayacak denetim mekanizmasının ise nasıl olabileceğine ilişkin tartışmalar sürmektedir. Bu tartışmaya yönelik kişisel Twitter hesabımdan, konuya ilişkin bir önceki yazımı yazmadan evvel bir anket yapmıştım. Takipçilerime “Sosyal medyada denetim olmalı mı? Nasıl bir denetim olmalı?” tarzında bir soru sordum. Takipçilerimden bu soruya en çok “uluslararası bir sözleşme” ile denetim yapılmalı cevabı geldi. Takipçilerimin çok az bir kısmı hiç denetim olmaması gerektiğini savunurken yine az bir kısmı ise devletlerin denetim yapması gerektiğini savunmuştu.

Uluslararası bir sözleşme ile hem ifade özgürlüğünün korunması hem de sosyal medyada işlenen suçlarla mücadele edilebilmesi cevabı bana da nispeten yakın gelen cevaptı. Böyle bir sözleşmenin özellikle gelişmekte olan demokrasilere yönelik, ifade hürriyetinin korunması noktasında etkili bir mekanizma olup olamayacağını zihnimde tartışıyordum. Bu yöntemin işe yaramaması noktasında ise aklıma iki sorun takılıyordu:

  1. Şirketler, uluslararası bir sözleşmede taraf olabilirler mi? Devletlerle böyle bir sözleşme imzalayabilirler mi?
  2. Hâlihazırda insan haklarına ilişkin pek çok sözleşme varken ve ifade hürriyeti noktasında pek çok madde varken yeni bir sözleşme ne kadar etkili olacaktır?

Bu iki soru, sosyal medyada hem ifade özgürlüğünü koruyup hem de suçlarla mücadele edilebilmesi için gereken mekanizma veya standartları belirleyecek bir uluslararası sözleşmenin ne kadar etkili olabileceğine yönelik iki sorudur.  Bu iki soru/n/a ek olarak bu konuya yönelik bir başka soruna ise okuduğum bir makalede rastladım:

CATO Institute’te yayınlanan John Samples’ın, “Rights against Speech” başlıklı yazısı tam olarak bu sorunlara değiniyor. Ancak Samples konuya bir başka boyut daha getiriyor. Ve sosyal medya platformlarının denetim adı altında, uluslararası sözleşmeleri, örneğin Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 19. ve 20. maddelerini (ifade özgürlüğü ile ilgili maddeler) kendilerine dayanak gösterip, özellikle “nefret suçunu” kullanarak daha geniş bir sansür uyguladıklarını dile getiriyor.  Bu da konuya ilişkin hep çekindiğimiz “devletler sansürüne” yeni bir ilave daha getirmiş oluyor: “Şirketler Sansürü” . Böylece konu bir nebze daha karmaşıklaşıyor.

Şirketler, devletler ve bireyler üçgeninde; ifade hürriyeti ile denetim arasındaki bir mücadeleye tanıklık ediyor sosyal medya. Devletler, sosyal medya şirketleri ve bireyler üzerinde otorite sağlamak istiyor. Şirketler ise belli başlı önceliklerini korumak ve devletlerin denetiminde kalmamak arzusunda. Bireyler, yakın zamana kadar sosyal medya platformlarını hep otoritenin sansüründen kaçmanın bir yolu olarak görse de çoğu bedava olan bu mecraların bilgi ticareti yaptığının farkına varmaya başladı. Üstelik bu ticaret kimi zaman “sansür” de getirebiliyor: “Hesabınız topluluk kurallarına uymadığı gerekçesiyle…” gibi cümlelere alışık olmamız gerekiyor. İşte bu karmaşık ağda ifade hürriyetimizden ne şirketlere ne de devletlere taviz vermeyecek ancak bizleri de işlenebilecek olası suçlardan koruyacak bir mekanizma geliştirmemiz lazım. Ve bu mekanizma ne şirketlerce, ne devletlerce ne de bireylerce suiistimal edilemeyecek kadar incelikli hazırlanmalı.

 Haldun Barış, Stj. Avukat
<barishaldun@gmail.com>