Prof. Dr. Atilla Yayla, İstanbul Medipol Üniversitesi Öğretim Üyesi
Türkiye’nin bir askerî müdahaleler ülkesi olduğu su götürmez bir gerçek. Bu açıdan ülkemizin en azından bir zamanlar Tayland, Pakistan, Filipinler gibi askerî müdahalelerin sık vuku bulduğu ülkelerle aynı grupta bulunduğu söylenebilir. Bunun dile getirilmesi Türkiye’ye haksızlık yapmak anlamına gelmez; tam da tersine, bir gerçeğin dile getirilmesi olur.
Bu topraklarda kökleri Osmanlı Devleti’ne kadar giden askeri müdahaleler genellikle sadece darbeler üzerinden ele alınmakta. Ancak, bu tavır yanlış ve önemli ölçüde yanıltıcı. Siyasetçilere müdahaleler sadece darbelerle vuku bulmaz. Darbeler askeri müdahalelerin en açık ve en kötü biçimi olmakla beraber Türkiye gibi en azından yakın geçmişe kadar bürokratik vesayetin yerleştiği ve geliştiği topraklarda hükümete muhtıra vermek, siyasetçiye açık veya örtülü talimat göndermek, siyasetçilerin emirlerini dinlememek ve bütün bunların karşılığında bir cevap veya müeyyide görmemek gibi yollar, yöntemler ve sonuçlar da bürokratik müdahale çerçevesinde görülebilir.
Bürokratik müdahaleler cumhuriyet döneminde de tezahür etti. Sık sık asker bürokratlar seçilmiş hükümete karşı itaatsiz bir tavır takındı. Zaman zaman demokratik iktidara emirler ve talimatlar verdi. Kimi durumlarda seçilmiş iktidarı engelledi. Bazen vesayet odakları açık şekilde darbelerle iktidarı devirdi ve yerine fikrî ve ruhî ortaklığı olan kişi ve kesimleri iktidara getirmeye ve orada tutmaya yönelik çabalar sergiledi. Bu durumda cevabını aramamız gereken soru, hangi faktörlerin bütün bu bürokratik müdahalelerin ve onların en uç noktası olarak darbelerin ortaya çıkmasında etkili olduğu.
Bürokratik vesayet sistemi nedir?
Demokratik iktidarlara bürokratik müdahalelerin ve darbelerin ardında yatan sebebin genel olarak bürokratik vesayet zihniyeti diye adlandırılması mümkün. Kısaca, bürokratik vesayet sistemi mantığının ve kültürünün egemen olması bürokratik müdahalelere ve bunların toplumda genellikle sessizlikle hatta bazen tasdikle karşılanmasına yol açıyor.
Bürokratik vesayet ülkedeki bir kısım veya çoğu üst seviye bürokratın kendisini ülkenin gerçek sahibi ve sistemin koruyucusu olarak görmesi ve seçilmiş siyasetçiye karşı büyük güvensizlik duyarak onları çevrelemeye ve belli alanlarla çerçevelemeye çalışmasıdır. Bürokratik vesayet sisteminde bürokratlar siyasal iktidarı ikiye ayırır, kendilerine de bir iktidar alanı oluşturur ve bu alanı siyasetçilerin etkisi ve kontrolü dışında tutmaya çalışır.
Bunun ana sebebi bürokratlar ile siyasetçiler arasındaki bazı farklardır. Siyasetçilerin seçimle göreve gelmesine ve görevde kısa süreler için kalmasına karşılık bürokratlar atamayla gelir ve olağan şartlar altında çok daha uzun süre görevde kalır. Bu, bürokratların hem teknik bilgi biriktirmesini hem de bir kadro oluşturmasını sağlar. Ayrıca bürokratların ofisleri, bütçeleri, kendilerine ait bir mevzuatları da vardır. Bütün bunlar onları en azından sıradan siyasetçiler ve siyasi partiler karşısında daha güçlü kılar. Diğer taraftan, bürokratların çok daha uzun süre görevde kalması bir taraftan onların ilgi alanlarında teknik ve uzun zamana dayanan bir birikim sağlamalarında diğer taraftan da genellikle buna dayanarak ülkenin asıl ve gerçek sahibi oldukları ve ana görevlerinin ülkeyi “iç” ve dış düşmanlardan korumak olduğu yolunda bir kanaat oluşturmalarında etkili olur. Bu yüzden bürokratlar siyasetçileri pek sevmezler ve küçümserler. Arada sırada onlarla doğrudan veya dolaylı olarak alay ederler. Hatta aşırı durumlarda onları sadece kendi çıkarlarının veya sekteryen çıkarların peşinde koşan, ülkenin uzun vadeli iyiliğini önemsemeyen, vatana ve millete zararlı tipler ve siyasi partileri de birçok bakımdan zararlı oluşumlar olarak görürler.
Bazı ülkelerde, Türkiye’de de olduğu gibi, bu bürokratik vesayet çabası genellikle lokal bir anti demokratik ideoloji ile de desteklenir. Böylece takipçilerinin gözünde daha büyük bir meşruiyet kazanır. Bu ideolojiyi koruma çabası da bürokratik vesayet sisteminin ayakta kalmasına yardımcı olur. İdeolojinin mahiyetine ve tabiatına bağlı olarak bürokratik vesayet odakları otoriter veya totaliter eğilimler içine girebilirler. Kuşku yok ki totaliter eğilimler otoriter eğilimlerden çok daha kötü ve tehlikelidir. Otoriteryen tavır siyasi iktidara sıkı sıkıya tutunmayı ve toplumu iktidarla doğrudan doğruya ilgili olmayan çok sayıda alanda kendi haline bırakmayı gerektirirken totaliter eğilimler bireyi ve toplumu adeta yeniden yaratmayı, onları ideoloji tarafından tanımlanan ve sahip olmaları istenen özellikler yukardan belirlenen -moda deyişle, erdemli- varlıklar haline getirmeyi hedefler. Bu yüzden de sivil toplumda el atılmadık alan ve müdahale edilmedik alan ve konu bırakmaz.
Bu haliyle bürokratik vesayet sistemi bir potansiyel tehlike olarak bütün demokrasilerde mevcuttur. Bunun hiçbir istisnası yoktur; çünkü her ülkede bürokratlar ve siyasetçiler vardır. Bu iki kitle birbirinden önemli ölçüde ayrıdır. Günlük hayatta öneminin farkına nadiren veya çok az varırız ama aslında insanlar devlet deyince asıl kastettikleri çoğu zaman ve durumda bürokratlardır. Zira, kamu imkânlarını ve gücünü gerçekte kullananlar ve devlet uygulamalarına bizzat imza atanlar siyasetçiler değil bürokratlardır. Devlet ile muhatap olmak bürokrat ile muhatap olmaktır. Ortalama vatandaş için bürokrat ile muhatap olmak siyasetçiyle muhatap olmaya nispetle çok daha zor ve sıkıntılıdır, zira vatandaşın bürokrata karşı yapabileceği fazla bir şey yoktur, çünkü bürokratlar seçimle değil atamayla gelirler ve çoğu durumda birbirlerini atarlar. Bu da bürokratlardaki devlete ve ülkeye sahiplik algısına katkı bulunur.
Bürokratik vesayet mikro ve makro ölçekli olarak belirebilir. Bürokratik vesayet sistemi adlandırması daha ziyade makro çapta ve seviyede vesayete işaret etmek için kullanılır.
Mikro ölçekteki bürokratik vesayet siyasetçilerin tümünü geriye itmekten ve bütün sisteme egemen olmaktan ziyade dar ve sınırlı alanlarda belirir. Bunda da bir taraftan bürokrasinin elindeki araçlar ve güçler etkili olur diğer taraftan siyasetçinin zayıflığı ve bürokrata teslim olma eğilimleri. Mesela ABD’de Trump ile Pentagon arasındaki çeşitli konulardaki gerilimler, fikir farklılıkları ve politika ayrılıkları mikro ölçekli vesayete örnek olarak gösterilebilir.
Makro ölçekteki bürokratik vesayette ise sistem bütünüyle veya çok büyük ölçüde bürokratik kontrol altındadır. Bu da ülkede hayati öneme sahip olduğu düşünülen alanların bürokratlara bırakılması ve diğer alanlarda siyasetçinin etkili ve yetkili olması anlamına gelir. Oturmuş vesayet sistemlerinde bu durum bir bakıma normalleşir, kanıksanır, tuhaf karşılanmaz. Adeta herkes kendi iktidar alanına razıdır. Bununla beraber, özellikle demokrasilerde, yani siyasi partilerin rakipleriyle iktidara gelmek için bir anlamda çarpıştığı veya, daha doğrusu, sandıkta yarıştığı yerlerde seçilmiş siyasetçiyi kamusal makamlardan ve işlerden bütünüyle uzak tutmak zordur ve gereksizdir. Bu, seçimleri anlamsız ve sonuçsuz kılar. Başka bir deyişle seçimleri demokratik seçim olmaktan çıkartır. Siyasetçi bir şeylerle meşgul olmalı ve belli iktidar alanına sahip bulunmalıdır ki sisteme ciddi bir şekilde itiraz etmesin. Ancak, yine de kritik anlarda ve alanlarda bürokratların eli siyasetçinin elinden üstündür.
İstikrarlı ve oturmuş demokrasilerde makro anlamda bürokratik vesayet tehlikesi büyük ölçüde sınırlanmıştır. Buralarda bürokratik vesayet makro uygulama alanı bulmaktan ziyade mikro ölçekli olarak karşımıza çıkar. Bunun ana sebebi siyasi kültürdür. Siyasetçiyi, halk tarafından seçilmiş olması yüzünden, bürokrattan üstün gören, siyasetçinin arkasında halkın olduğunu kabul eden ve siyasetçinin bürokratlar tarafından keyfi olarak engellenmesini halkın tercihlerine ve iradesine yapılan bir saldırı olarak gören ve gösteren siyasi kültürün makro bürokratik vesayete izin vermemesidir. Bu yüzden bu ülkelerde mesela üst seviye askerler siyasetçilerle anlaşmazlığa düşerse, olması gereken ve çoğu zaman olan bürokratların ya görevden alınması veya istifa etmesidir. Bu şarttır, başka bir deyişle bir bürokratik yapılanmaya karşı aşağı yukarı aynı çapta bir bürokratik yapılanma ile cevap verilemez.
Türkiye’de bürokratik vesayet sistemi
Türkiye’de bürokratik vesayet sisteminin tarihî ve fikrî kökleri Osmanlı Devleti’ne kadar uzatılabilir. Nitekim Osmanlı’daki yenilenme talepleri ve çabaları daha ziyade aydınlardan ve bürokratlardan geldi. Başka bir deyişle aşağıdan yukarı bir hareket olmaktan ziyade yukardan aşağı bireyleri ve toplumu şekillendirme çabası olarak boy gösterdi. Toplumun kendince “iyiliğini” isteyen ve bu iyiliğin nerede yattığından emin olduğuna iman eden aydın-bürokrat kadrolar bir taraftan devleti diğer taraftan toplumu dönüştürmeye çalıştı. Bu zihniyet “cumhuriyet elitleri” tarafından da devralındı ve yaşatıldı.
Ne var ki Türkiye’de bürokratik vesayetin anayasal bir gerçeklik halini alması 1961 Anayasası ile gerçekleşti. Demokrat Parti’nin 1950, 1954 ve 1957 seçimlerini peş peşe kazanmasından rahatsız olan ve bu yüzden de demokrasiye karşı bir güvensizlik duygusu ve fikri geliştiren darbeciler 1960 darbesinden sonra hazırlattırdıkları anayasa ile olağan şartlarda seçilmiş iktidarın elinde ve kontrolünde olması gereken alanları iktidardan uzak tutacak düzenlemeler yaptı. Hatta egemenliğin halka ait olduğu yolundaki teorik nosyonu fiilen değişikliğe uğrattı ve anayasada sayılan ve seçimle gelmeler söz konusu olmayan bazı organları da egemenliğe ortak kıldı.
Bu tavır bir ideolojik yaklaşımla desteklendi. Mahallî ve konjonktürel bir “ideolojimsi” ebedî gerçeklerin yegâne kaynağı olarak kabul edildi. Siyasette esas itibarıyla CHP tarafından temsil edilen ordu tarafından ise korunan bu ideoloji seçilmiş iktidarın alanının bu ideolojilerin sahipleri ve koruyucuları lehine sınırlanması gibi bir yola gitti. Bu sayede mesela CHP demokrasi döneminde hiçbir seçimi tek başına kazanamamasına rağmen zihniyet ve bürokratik odaklar vasıtasıyla devamlı iktidarda kaldı. Eğitimde CHP ideolojisinin ana ideoloji olması da ordu tarafından desteklendi, takip ve takviye edildi. Başka bir deyişle eğitim hayatı önemli ölçüde seçilmiş iktidarın kontrol alanı dışına çıkarıldı. İktidarlar okul ve sınıf yapmakla görevli addedildi ama eğitimde genç beyinlere aşılanacak ideolojinin ne olacağı tamamen veya büyük ölçüde bürokratik odakların inisiyatifine bırakıldı.
Türkiye’deki bürokratik vesayet sistemi sivil veya sivil görünümlü ayaklara da sahipti. En başta yargıya egemen olan zihniyet vesayetçi sistemin merkezinde yer alan orduda hâkim zihniyetle aynıydı. Yargı adaletin çekiciliğinden ve halk nazarındaki üstün manevi gücünden yararlanarak ordunun, daha doğrusu silahlandırılmış memurların başını çektiği vesayetçi sistemin isteklerini yerine getirdi. Bu çerçevede özellikle işaret edilmesi gereken bir kurum elbette Anayasa Mahkemesi oldu. Mahkeme, birçok kararında, felsefî olarak birey haklarını devlete karşı korumakla görevliyken, tamamen tersi bir nosyona dayanarak, yani devleti birey haklarına karşı korumak için kararlar aldı. 1989 tarihli başörtüsü kararı bunun çok tipik bir örneğidir. Bir diğer sivil kurum üniversitelerdi. Üniversiteler resmî ideolojiyi yeniden yorumlamak ve öğrencilere zerk etmekle görevliydi. 28 Şubat sürecinde ana krizin başörtülü üniversite öğrencileri üzerinden yaşanması ve üniversitelerin takındığı insanı ve insan haklarını dışlayıcı tavır hatırlardadır. Daha sivil görünümlü olan bir ayak da elbette medyaydı. Medya büyük ölçüde bürokratik vesayetçi zihniyet tarafından şekillendirildi. Muhalif basın yayın organları ya hiç yoktu ya da çok cılızdı. Medyada bugünkü kadar çeşitlilik bir hayaldi. İstanbul sermayesi adıyla anılan bir iş adamları sınıfı da bürokratik vesayetçi zihniyetle aynı çizgideydi ve tamamen ordunun istekleri ve çağrıları doğrultusunda hareket etmekteydi…
Türkiye’de bürokratik vesayetin geriletilmesi
Bununla beraber seçilmiş merkez sağ iktidarlarla bürokratik vesayet sistemi arasında devamlı bir mücadele vardı. Merkez sağ bu vesayetten kurtulma arzusu ve arayışı içindeydi. İki kesim arasında arada sırada bütün çıplaklığıyla açığa çıkan diğer zamanlarda örtülü olarak süregiden amansız bir mücadele vardı. Bu mücadele bazen hızlanarak bazen hız kaybederek ama kesintisiz şekilde devam etti. Önce Demokrat Parti ardından Adalet Partisi, onun peşinden Anavatan Partisi ve nihayet Adalet ve Kalkınma Partisi mütemadiyen bürokratik vesayetle gerilimler yaşadı ve onu geriletmeye çalıştı.
Artan mücadele ivmesi Erdoğan iktidarları döneminde zirveye çıktı. Bunda iki faktör bilhassa etkili oldu. İlki Türkiye’nin yaşamakta olduğu büyük sosyolojik değişimdi. Türkiye’de ilk defa akademik-entelektüel ortamda hatırı sayılır bir çeşitlenme ortaya çıktı. Üniversitelerde muhafazakâr ve liberal hocalar bütün engellemelere rağmen boy göstermeye başladı. Devletle iş yapmayan ve varlığını devlet ihale ve imkânlarına borçlu olmayan bir iş adamları, müteşebbisler sınıfı belirdi. Artan şehirleşme muhafazakâr aileleri şehirlere itti ve annelerinden farklı olarak başını örtmek isteyen kız üniversite öğrencileri ortaya çıktı. Bu sosyolojik değişim önlenemez bir dalga olarak gelmekteydi. Dalganın siyasi sonuçlarından biri AK Parti oldu. Bu da ikinci faktörü oraya çıkarttı. Bir taraftan bürokratik vesayet sisteminin sahiplerinin gitgide dindarlaşan merkez sağ siyasetçilerden duyduğu rahatsızlığın onları iktidara devamlı müdahaleye itmesi diğer taraftan da AK Parti’nin gerçek iktidar olma arzusu ve müdahalelere direnmesi vesayetin geriletilmesinde etkili oldu.
Kemalist bürokratik vesayet ilginç şekilde FETÖ’cü bürokratik vesayet arayışının ardındaki itici güç oldu. Sistemin sac ayaklarını çok iyi okumuş olan FETÖ devlet içinde kazandığı büyük güce dayanarak bir taraftan seçilmiş iktidarı tasfiye etmeyi ve diğer taraftan Kemalist vesayetin yerine kendi vesayetini yerleştirmeyi istedi. Bunun için çeşitli eylemlere girişti. MİT başkanına operasyon ve onun üzerinden Erdoğan’a ulaşma çabası, Gezi isyanlarının kışkırtılması ve kullanılması, 17/25 Aralık Yargı-Emniyet darbe teşebbüsü derken 15 Temmuz darbe teşebbüsü ile bu çabalar zirveye ulaştı. Siyasî liderliğin darbe teşebbüsü karşısında sağlam durması ve halkın Menderes’e yapılanlardan ve daha sonraki askerî müdahalelerden dolayı biriken öfkesinin patlaması sayesinde 15 Temmuz darbe teşebbüsü püskürtüldü.
15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünün püskürtülmesi seçilmiş iktidarı öne çıkardı ve elini kuvvetlendirdi. Siyasi iktidar çeşitli alanlarda önemli reformist adımlar attı. Demokrasilerde patronun temsilcileri aracılığıyla halk olduğu gerçeği belirgin hale geldi. MGK yapısı değiştirilmek suretiyle vesayetin önemli bir aracı etkisizleştirildi. Askerî yargı büyük ölçüde ortadan kaldırıldı. Anayasa Mahkemesi’nin yapısı değişti. İlk defa askerî eğitime siyasiler müdahil oldu. Ordunun üst seviye atamalarında siyasiler belirleyici konuma geldi. Eskiden farklı olarak askerlerin önemi azaldı. Bugün sokaktaki insana “Genel Kurmay Başkanı kim?”, “Kara Kuvvetleri Komutanı kim?” diye sorsanız muhtemelen cevap alamazsınız. Medyada muazzam alt üst oluşlar yaşandı. Muhafazakâr medya güç kazandı. Üniversitelerdeki liberal ve muhafazakâr varlık kuvvetlendi. Yargıda müthiş bir yenilenme oldu. Hem yargı kadroları hem de yargıda egemen zihniyet büyük ölçüde değişti. İş adamları derneği olarak eskiden sadece TÜSİAD bilinirdi; şimdi ise TÜSİAD sadece ilgili dernekler arasında bir dernek…
Bu şekilde bürokratik vesayet sistemi büyük ölçüde tasfiye edilmiş oldu. Bu, elbette, bürokratik vesayet sisteminin tamamen öldüğü ve asla canlanmayacağı anlamına gelmez. Yazının başında işaret ettiğim gibi, bürokratik vesayet her demokraside bir potansiyel tehlike olarak mevcut. Bu yüzden, bürokratik vesayet tehlikesi tamamen ve kalıcı olarak ortadan kalkmış gibi düşünmek ve davranmak yanlış. Ancak, Türkiye 14 Mayıs 1950 seçimleriyle geçtiği demokrasiyi AK Parti’nin başını çektiği veya sosyolojik değişim ve dönüşümden dolayı çekmek durumunda kaldığı bir süreçle önemli ölçüde kuvvetlendirdi ve bürokratik vesayeti ciddi biçimde geriletti.
* SAVTEK Dergi’nin Şubat 2025 sayısında yayınlanan yazı.