“Din, dil, ırk, cinsiyet ve siyasî görüş farkı gözetilmeksizin bütün insanlar eşittir”.
Birlemiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde yer alan bu ifadelerin uluslararası bir hukuk normu hâlini alabilmesi uzun mücadeleler sonunda mümkün olabilmiştir.
Bu norma göre bütün insanlar yaşama, düşünce, ifade, çalışma, inanç ve ibadet özgürlüğü gibi kullanmaktan men edilemeyecekleri ve başkalarına devri mümkün olmayan birtakım haklara sahip olarak doğar ve yaşarlar (yaşamalıdırlar). Bu haklara sahip olmada bilâ-istisna gözetilen eşitliğin anlamı ve çerçevesiyle ilgili tartışmalar ise devam etmektedir.
Liberallere göre eşitlik, yukarıda zikredilen temel haklara sahip olma ve bu hakları serbestçe (engellenmeden) kullanabilme meselesidir. Bu iradî kullanım sonunda ortaya çıkan neticenin bütün sorumluluğu ferde ait olduğundan, bu neticeye tesir edecek müdahaleler liberaller tarafından hoş karşılanmaz ve âdil bulunmaz. Zira bu müdahaleler hem ferdî iradeyi yaralar, hem de muhtemel ferdî başarısızlıklara mazeret olarak gösterilebilirler.
Tartışmanın diğer tarafında yer alanlar, insanların sadece bu temel haklara sahiplik bakımından değil, bu hakların kullanımı sonunda hâsıl olacak fayda ve getiriler bakımından da eşitliğini savunurlar. Eşitliğin bu mânâda tesisi için kamu otoritesinin devreye girmesinde sakınca görmez, bilâkis fayda mütalâa ederler. Bu grubun tipik temsilcileri Jakobenler, sosyalistler ve refah devleti yandaşlarıdır.
«Hürriyet, eşitlik ve kardeşlik» sloganıyla yola çıkan Jakobenlerin Fransa’da yarattığı dehşetin izlerini dönemin siyasî havasını son derece canlı ve ilginç ayrıntılarla işleyen J. Louis David’in tablolarında yahut İki Şehrin Hikâyesi (C. Dickens) ve 1793 Devrimi (V. Hugo) gibi edebiyat klasiklerinde de görmek mümkündür.
Eşitlik ve sosyal adalet kavramlarının hâlihazırdaki bayraktarlığını yapan refah devleti anlayışı Hür Fikirler’de kıyasıya eleştirilse de çağımızın bu siyasî ve entellektüel vebası, üzerinde daha çok durulmayı ve her fırsatta çürütülmeyi fazlasıyla hak ediyor. Bu konuda kendi payıma düşeni başka bir yazıda ele alacak, bu yazıda ise sosyalistlerin eşitlik anlayışı üzerinde duracağım.
Sosyalizm, Çalışma Özgürlüğü ve Adâlet
Sosyalistlere göre eşitlik (ya da eşitsizlik) temelinde kapitalist sistemin ve özel mülkiyetin yattığı tamamen iktisadî bir meseledir. İnsanlar arasında gerçek bir eşitliğin tesisi, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılmasıyla mümkündür. Özel mülkiyet, insanlar arasında gelir ve statü farkı yaratmakla kalmaz, kapitalizmin içine düştüğü buhranların, iktisadî durgunluğun ve işsizliğin de başlıca sebebini oluşturur.
Sosyalist ekonomiye geçilip üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet kaldırılınca, devlet yegâne işveren haline gelecektir. Her türlü ekonomik faaliyetin tek elden planlanıp yürütülmesiyle, çalışmak isteyen herkes eşit şartlarda iş bulabilecektir.
Özel teşebbüsü ve sermaye irâdını (faizi) yasaklayan, miras hakkını tanımayan bir ekonomik sistemde insanların ‘çalışmama’ gibi bir seçeneği olamayacağına göre, “herkese iş” parolasıyla yola çıkan sosyalizmin hakiki vaadinin eşitlik değil kölelik olduğu âşikâr değil mi?
Mamafih, iktisadî bakımdan eşitliğin herzaman âdil ve arzuya şâyân olduğu da iddia edilemez.
Sosyalist esaslara göre yönetilen bir ekonominin, yine sosyalistlerin iddiasına göre kapitalizmin/kapitalistlerin asla başaramadığı -yahut nadiren ve tesadüfen başardığı- bir şekilde daima tam istihdamda olduğunu (tutulduğunu) farz edelim.
Klasik iktisat teorisine göre, bir ürünün talebi artar ve stoklar bu artışı karşılamada yetersiz kalırsa, o ürünün fiyatının yükselmesi beklenir. Böylece sınırlı sayıdaki ürüne, diğerlerinden daha çok fedakârlık (ödeme) yapmayı göze alan kişilerin sahip olması, üstelik bulunabilecek en âdil ve barışçı yollarla sağlanmış olur. Bu ise, istediği ve yükselişten önceki (eski) fiyatını ödemeyi kabul ettiği halde, bazılarının o ürünü alamaması anlamına gelir.
Sosyalist bir hükümet, halkın refah ve memnuniyetini korumak saikiyle hareket eder ve fiyatların yükselmesine izin vermezse, carî fiyatı ödemeyi kabul ettiği halde tüketicilerden bir kısmı o ürünü bulamaz, yani kıtlık baş gösterir. Bunu önlemek için -fiyatların yükselmesine izin vermek dışında- yapılabilecek tek şey, üretimi artırmaktır.
İktisat teorisine göre kısa dönemde üretimi artırmanın tek yolu, daha fazla emek istihdam etmektir. Kaynakları tam ve etkin kullandığı iddiasındaki sosyalist bir ekonomide atıl emek (işsizlik) olmayacağından, artan talebi karşılamanın tek yolu işçilere fazla mesai yaptırılmasıdır.
Fazla mesai yaptırma kararı verdiği an, sosyalist bir idarenin önünde iki kapı açılır.
Sadece talep artışı gözlenen endüstriye fazla mesai yaptırılması halinde, o endüstride çalışan işçiler diğerlerine göre daha çok kazanmaya başlayacak, bu da vatandaşlar arasındaki iktisadî eşitliği bozacaktır.
İktisadî eşitliği korumak (bozmamak) için, fazla mesai uygulaması üretim artışı gerekmeyen endüstrileri de içine alacak şekilde bütün ekonomiye teşmil edilebilir yahut fazla mesai yapanlara herhangi bir ödemede bulunmama yoluna gidilebilir. Bunlardan ilki kaynak israfına, ikincisi emeğin sömürülmesine yol açar, ki sosyalizmin varlık sebebi her ikisini de ortadan kaldırmak olarak va’z edilmiştir.
Diğer bir husus, fazla mesaiye katılımın ihtiyarî olup olmadığı. Günde sekiz saat çalışan ve bunu yeterli bulan birini zorla çalıştırmak sosyalizmin “emeği özgürleştirme” iddiasıyla bağdaşmayacağından, sosyalist bir idarenin kimseyi fazla mesaiye zorlamaması beklenir. Eğer öyleyse, fazla mesai yapıp yapmamalarına bağlı olarak aynı endüstride, fabrikada, hatta aynı tezgâhta çalışan işçiler arasında bile gelir farkı (iktisadî eşitsizlik) ortaya çıkabilecektir.
Adâlet, Bazen Eşitsizliktedir
Gelir dağılımında meydana gelecek bu tür bir eşitsizlik, önlenmesi değil, bilâkis korunması, hatta teşvik edilmesi gereken kesinlikle “âdil” bir sonuçtur. Asıl âdil olmayan, herkesten fazla çalıştığı halde emeğinin karşılığını alamamaktır.
Arkadaşlarının uykuya, eğlenceye yahut dinlenmeye ayırdığı vakitlerde ders çalışan bir talebenin sınıf ortalamasının üstünde bir not alması nasıl âdil ve beklentilere uygun bir sonuçsa, daha fazla, daha disiplinli ve daha verimli çalışan insanların daha çok kazanması da öyle mütalâa edilmelidir.
Kaldı ki insanların doğdukları ülkeyi, şehri, hatta mahalleyi, ailelerini, mensup oldukları camiayı, cinsiyetlerini ve bütün diğer faktörleri göz ardı ederek eşitsizliği sadece gelir ya da servet dağılımında aramak ne derece doğru? Mutlak eşitlik için bütün bu faktörlerin de kontrol edilebilmesi gerekir. Bu ise imkânsızdır.
Ebeveynimizi ya da doğduğumuz coğrafyayı kendimiz seçmedik. Fakat günün birinde farklı bir coğrafyada, ana-babamızın, toplumun ya da devletin bize biçtiğinin dışında bir hayat sürebilmemiz, ferdî tercihlerin serbestçe hayata geçirilmesine fırsat tanıyan bir sistemin varlığı ile mümkün.
Önemli olan herkesin hayata aynı şartlarda başlamasını ve eşit şartlarda yaşamasını sağlamak değil, farklı bir hayat kurma, daha fazla çalışarak daha fazla kazanma ve ilerleme yolunun herkese eşit derecede açık tutulması, kimsenin önüne hukukî ya da fiilî engeller çıkartılmamasıdır.
Adaletsizliğin önüne geçmek isteyenlerin yapması gereken, herkesi belli bir vasatta birleştirmek yerine kural ihlâllerinin (mesela kopya çekerek yüksek not almanın) önüne geçmek ve kural ihlâli yapanları cezalandırmak olmalıdır.